Eylül 30, 2009


 

yere bakan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

48 HRF 1981

ben zor bi herifim melahat

çanakkale geçilmez bilirim

ben de biraz zor geçinilirim

ha bir de, dışarıdan bazen dinozor gibiyim

içimin komodininin en üst çekmecesinin komedisini görsen

sevişirken “ezergeçerus geldi,” deyip

içini gıdıklayabilirim

memelerini yüreğini sıcaklayabilirim

içimden geldiğince çok da güzel öperim

o değil de

ben zor bi harfim melahat

her lisanda bulunmam

her gasteden kesilmem

akrostişi, huzur ve sükûneti bozarım

hele bir de kazıdıkça kazara belirirsem

kabusu olurum yazarın

yine de, almasan da bir dene derim ben melahat

nasılsa devir kullan at

evir çevir devir devşir emzir beni heyhat

lütfen rezil beni vezir melahat

ona öyle demesem olmazdı

çünkü, bu, bayat, çok, hayta, bir, hayat

sanırım mesele şu

ben zor bi herifim melahat

başkaca “şöyle biriyim” diyemem mesela

evet hayır değilim, şöyle öyle ya da böyle biri değilim

ne divaneyim ne akilim

azrail dayım müsaade etmedi ki şöyle kuytu ölü bir köşeye sinleneyim

sınık sinik (I) sinik (II) bir karakterim

ama zor bi herifim

iyi sileyim bu hafızayı iyi sileyim

azalt beni melahat

daha fazla öksürtmeyeyim

sen beni daha iyi tanırsın ya melahat

seni sevmek demek vücudunu sevmek demek değildir

sev sev ki olmasın sende zerre gurur

gururun olduğu yerde aşkımız ızdırabolur

lüleburgazlı mahallî şair suat dayı’dan duymuştum bunu

şimdi dolaşıyor tüm türkiye’de mahalleli âşıkların cep telefonlarında

biz de dolaşsak nasıl olur melahat?

sanki yeter aslında birer peri bacası olsak

ömür boyu birbirimize tüteriz

kendimiz çalar kendimiz söyleriz

benimle kavilleşsen

bir muhabbet kuşu bile olurum sev diye sen

şükran hemşire: “gene börek almışsınız!”

zeynel: “ne çıkar! hoşuma gidiyor size börek almak. beraber yiyelim mi?”

 

ben çok zor ve çoktan seçmeli bi herifim melahat

bu şiirimde aşkımı anlattım sana

boşver bunları burda kalsın bu hafriyat

moloz dökmek de serbest üstüme

sanırım neye benzediğimi artık şaşırdığım bir vakit oldu melahat

sen iyisi mi şekerim bitince beni at.

“ben zor bi herifim” bir Enis Akın cümleleridir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vözgeçmiş

yöresel arabesk bir radyo istasyonuyum

lokantalarda tamirhanelerde insani her yerde

kral fm’e kafa tutan

daha reklamsız, mat

daha içli

içli dışlı

daha benim

ben de gülmek isterim

 

misafirlere hiçbir zaman “hoş geldiniz!” dememezlik etmedim

memleketimi sordu mülakatçı yüzbaşı

“milas,” dedim

“ne?” dedi

“milas,” dedim

“‘siirtspor sakaryaspor’u iki sıfır yendi.’ de!” dedi

dilimde fazladan duran s’yi jiletledi

“senin su laleni sulayayım!” diyemedim

kendimi kolayladım sanırım biraz

hani zor bi heriftim ya ben

onu diyorum

kolaydıysam başına gelseydim ya senin

sürekli bunu diliyorum

her sabah bir tutam bergamot

çayıma onu dilimliyorum

bizimki büyüyünce çok güzel bir çaylaşım olacak

rüyalarımda düştüğüm uçurumları ağaçlandırdım ilkgençliğimde

nadasa bıraktım bazen

kendimi de ıskartaya ayırdım onsekizimde

hasarlılar uğrar arasıra

hey delikanlı defter!

boşları toplasana

bugün hava çok sıcak             (sabahtan gördüm seni)

soyundu baldır bacak              (çok beyaz geldin bana)

milas sana koyacak                 (konakta mı büyüdün)

oy oy marmaris                       (oy oy emine’m)

milas sana koyacak                 (güneş çalmamış sana) (x2)

buna benzer terbiyesizliklerim oldu elbet şiir tarihimde

ama babamın yanında ne bacak üstüne bacak

ne de sigara içtim

her bir şeyi bir bir biriktirdim

yüksek sesle okunmaya elverişli bir hayatım yok

sokaklarda savunmaya duran bir yüzle baraj kuruyorum tek başıma

ellerim apış aramı kapatmış

ağız da yüzün apış arasıdır

-ağzın yüzünün mahrem noktasıdır-

bekâretimi koruyorum

şiirimi bi indirirsem halka

korkarsınız biliyorum

dede dediğin şarapçı olacak hacı

torun dediğin onsekizinde bir kadın haritasında meme icabındağ

yirmibeşinde şişe içre bir alkol her an pansumana ve performansa hazır

otuzbirinde ilelebet memur

otuzbeşinde tüm bunlardan şair

ben demedim atalarım şifahen dedi

şunu da ekledi

erkek; halk dilinde sigara ve göbek

kadın; halk dilinde bilezik ve börek

genç bir ismi yoktu babamın

bilirsin her isim iyi durmaz babalarda

durdum divana

uydum hazır olan imama

ekmek almaya çıkıp yıllarca dönmemek istiyordum

bütün güzel kadınları tanımak ve tanıdıkça onlardan soğumak istiyordum

hayattan bana bu makamımda biraz hürmet etsin istiyordum

olmadı sustum

hayır karambol evde yok

ben oğluyum

 

 

 

the man who bought the world

her satıcının bir alıcısı bulunur

bunu yazdığım için mutluyum

 

 

bu gemi ne zamandır burada

bu şişenin içinde

öfke kontrol bir ki

kontrol bir ki

kadehi şişeyi kırarım bugün bil ki

ameliyatımdan kalan –hani seni bana diken-

[deveye mi insana mı yaranırdı?] dikişlerden birini daha söktüm      son doğumgünümde

kaybolan düğmeler asla bulunmaz bilirsin

gittiği yerde deliksiz bir uyku çekiyordur şimdi

zora sokarım insanlarını hayatın

hayatını insanların

zora sokarım

zoka satarım

ustam yoktu ben satarım

ani kalkışlar yaparım

başım döner

benim hiç ciddi işim olmadı biliyor musun?

oysa her evin bir bacası

herkesin bir arka cep tarağı vardı

benim de yüzümün bacasında tüten bir oyun arkadaşım

oralet diye de bir şey vardı

bedduadan hiç hoşlanmazdım

feleğin sözlerini çok severdim

şiir yazmadan önce mutlaka kollarımı çemrerdim

ateşim otuzyedi buçuktan şaşmazdı

böyle hem kendi hem dünya etrafında dönen kafadan basık bir                                            çemberdim

çomak sokmanın ne anlamı vardı bre cavurun gızı

sen bir sincap ben kovuk

beni anımsa

(beni unut)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bırak Hacı Ya

 

sigarasız bir kamyon şoförü gibiyim

sigarasız bir gerilla nasıl olursa ben de öyleyim

veya sigarasız keith richards mı demeliydim

sigarasız gerilla sigarasız gerilla sigarasız gerilla

(bunu kendime üç kere söyledim)

bir yanım kırıldı sigarayı bırakınca

kâh bacağı kırık bir karınca

-bir karıncanın bacağı vücudunun kaçta kaçı eder

neresine siner bu geri kalan dumansız keder-

işte nöyle bir şey

kırıldım bir yanım

bazan yürüyemiyor gibi oluyorum tüm yolculuklarım muavinsiz

bazan dilenesim bile geliyor; devrim affet: yar bana bir sigara

nefessiz kalmak bile sanat olmaktan çıkıyor alabildiğine lirik

kafessiz kalmış bir muhabbet kuşuna hayır işlediniz mi sandınız onu serbest bırakınca

kendiniz

çayı bardağından başka bir yere koyamazsın düşün bir

bardak çayın kafesi

demek mi ki her şey herkesin, herkes her şeyin kafesi

-ben işemedim miki işedi-

hey gidi efelerin efesi

sigara bırakılır mı sandın

yandın aldandın

fevzi atlıoğlu ile saz eserleri

pink floyd pulse konseri

çaya atılan kırık bir karanfil

hiçbiri

yıllardır okeye döndürüyorum şiirimi

ben siz sigara sız hiç biri

bıraktım ya mesela ben

sanki duyamıyorum diğer kulağımdan gelen sesi

eşitsizlik ve dengesizlik var bakışlarımda

bir gözüm ömrümün gerisinde duran kültablasında

izmarit, mahalle aralarında dolaşan bir amcanın ‘var baliiik’ sesine tekabül

teröristler çubuk içiyor dağlarımda

dumanlar yankılanırken mağaralarımda

sigara şimdi serbest bırakıldı ya boğazlarımda

bir pakette yirmi harami taşıyor yük trenim

birer eşkıya da mesken tutmuş vagon aralarında

iyi günde kötü günde ölümde dirimde

sigara ben artık uçamıyorum sanırım

tek bacakla yürünmüyor veya tek kol kaş göz bilumum uzuv

abarttım mı sanki

gerçek olmak gerekirse bir inat üstüne devam etti hayat

yoksa pek çok şeyi bırakmamayı nasıl biliyorduysa bu içimdeki tutkal

seni de bırakmayabilirdi

seni de

seni de

hey sen!

seni de

onu da

bunu da

şunu

da

da

den den.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fotoğrafçı Alâeddin’in Son Çırağı

 

lambadan çıka çıka bu çırak

 

I.

aynı anda pek çok şey olmaya çalışmak gibi bir huy bu çocuk

hayattan siltilmiş bir ek bu çocuk

tanrının yüzbeş milyarıncı leşi

sülalesinin dünyaya son tebelleşi

II.

annesi çalışırdı bunun

pek sık rastlanan bir şey değilse de o mahallelerde annelerin çalışması

babası ömür vardiyası işinin eşinin bu çırak ökkeşin

bu yüzden ev ev balkon balkon el el bakıcı gezdi

mahallenin çiçek açmış genç kızlarının gölgelerinde demlendi

belki bu yüzdendir

şimdi aklına estikçe incelir

o çiçekten bu çiçeğe seyir

bunu bir sigara içimi için balkona çıkmak bilir

evlerden evlere geçmek de o vakitlerden bir izdir

sık sık evlerden kaçar biri azarladığında

başında yoktur çünkü kimse

genç memeli bir kadınablasevgilianneden başka

kısa ömrün kıssası

sıfır oniki yaş arasını bu yollarda tüketti

sonra alıp valizini trenlerini sivilcelerini altıkiremitini zeytinlerini niyetlerini

o okul senin bu okul benim

beyin hücrelerini seyreltti

boyunlarında lastik sapanlı çocuklar geçer bayramlarda önünden

dedesinin ipli cep saatinin üstündeki şimendifere binerekten

bütün anneler avluya çıkmış ağızlarında mandal

çocuklukları üzerlerine çıkılan ağaçlara asıyor

hayattaki pirinçler ve taşlar yaşlarla ayıklanıyor

bazen birkaç pozu birden yakıyor

önlüklü vesikalık bakışlara dayalı makinelerden ve

kalemlerin kıç taraflarından çıtçıt sesler yükselirken

okullar kalemtıraşların toplu intiharına sahne oluyor

kollar iki yana açılınca pekâlâ rahatlıkla uçak olunabiliyor

çok dijital bir dünya bu be cumali

ve bir şey var ki büyüdükçe hava alanları azalıyor

[bu dijital ilelebet teknoloji

pembe panter’i ayşe teyze’sine beyazlasın için verdi

ama

pek şükür ki konuşturmayı beceremedi]

muhtelif kalplere atılan çiziklerin efendisi

çırak

bir cins ismidir

terliksi pijamasıgillerdendir

fotoğrafçı alâeddin büyüttü

eti onun kemiği sahipsiz

sazının bam telini biraz daha koparmazsa azrail

şarkılar yükselecek göğe

babasız peygamber olunuyor da

baba olmadan olunmaz mı aydede

[çırak, bu dijital şipşak dünyada

hakiki hararetli bir olum arıyor kendine]

III.

hafızasını alkollü çözeltilerde iç ederken

boynundaki ipi dehledi gecelere binerken

karanlık odalar her gece beynindeki iplerle gözlerine inerken

yağmurlar gökyüzünden elini eteğini çekmiş huzurunda dinerken

artık her şey için çok geç evet evet çok geçerken

siz de ince bir alay sezmediniz mi hayat akıp giderken

içinde bir kovan bal topluyor

akreple yelkovan nal topluyor

hayatın şoförü yüzüne mal mal bakıyor

çırak ‘kenara çek’ derken

uzun ömrün kısası

hülasa-i kelam

estara bim

çekeceği varmış çırağın

fotoğraf

saatçinin çırağıyla içine girip sigara içtikleri o viran otobüs

sen de davetlisin en büyük mürüvvetine

ama sigara içtiğini

sakın annesine söyleme

siz ey iman edenler

çay kaşıklarının üstündeki şekillere hiç dikkat ettiniz mi

o hep size baktı sizi gördü de küçük bir pencereden

siz hiç onun fotoğrafını çektiniz mi

kahrını

hı?

[hem bugün cuma

yaraların kapandığı gün]

hu gidenleri cayır cayır yanıpduru

duramepduru zaten

başı ağrepduru

hepiniz gibi paslı çivilerle dolaşmadı çırak

passız çivilere bastı daha çok onlar istediğinden

çok kan kaybetti belki ama hiç ölümlü olmadı bu yüzden

üzerinden sevişmelerin mahsulüdür

evlilik evraklarına görücüusulü atılmış imzaların

hiçbir zaman içine giremedi bu fotoğrafın

teğetti dokundu belki ama

hiç ölümüne kirişemedi

hiçbir yaranın üstüne işemedi

defterlere not aldı

ajandalardan tarih kiraladı

yirmiyedi olsun bitsin bu iş, dursun bu atlıkarınca dedi

korkusuna mı korkusuzluğuna mı bilinmez

şimdilik hükmen yenildi

korkardı hep, tutup kendi elleriyle sevecek onu eceli

[hakkaniyetli bir son arıyor çırak

tüm şiirlere]

IV.

 “mezarlığa gittim, dedemin adı güneşten silinmişti, evden götürdüğüm siyah boyayla boyadım” (günlük, onbir yaş)

“mezarlık kabirlik kabristan

dede

mermer

de de

mer mer

boya, ölmek, ölüme boy vermek

adım adım

adım

yirmiyedi yaşındayım” (günlük, yirmiyedi yaş)

V.

ne kadar nar tanesini düşürürsen o kadar çocuğun olur derdi annesi

oysa çoktan ormanda ardında bırakmıştı tanelerini

ya yüzyıl sonra bir ordu halinde baş tacı edecekler

ya da kayboldu; kurtlar mı kuşlar mı nerden bilsin kaybolmasının sebebi

çocukları?

çocukları nar içlerinin içlerinde serpili

VI.

“çok dijitıl bir dünya bu be eski dostum tırtıl

herkes her yerde

sen de kahverengi bot giymezdin hatırlarım

şimdi ayakkabılarındaki topuklar tokalar pırıl pırıl

hey gidinin tırtılı

topluyorum dükkândaki son pılımı pırtımı” (mektup)

VII.

bir balta.

baktınız:

hayat bir balta sap ilişkisi.

gördünüz:

hayat bir balta boyun çelişkisi.

duydunuz:

deklanşörün sesini.

ilişik kesildi.

Baltalar elimizde

Uzun ip belimizde

Biz gideriz o ana hep o ana.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İşte Geldik

 

                                               enis akın’dan

hoşbulduk

boş bulunduk

boşluk mükemmel bir salona sahiptir biliyorsunuz sinyoritam

ben orda oturmuş

hatta bağdaş kurmuş

üçün beşin hesabını yapmadan

rayiçin biraz altında

hiçin azıcık üstünde

şiir kızartıyorum

bazen aşırı dolaylıyorum

boşluk mükemmel bir yalıtkandır ne diyorsunuz sinyoritam

az parantezine aldım burada hayatı

az ( yemek + konuşmak + uyumak )

aç parantez yaşamak

evet evet madam

yaşam

aç bir parantez

ne verseniz doymaz

oynamasını bilene de

harika bir trapez

boşluk birdir geçmezdir geçirilmezdir

geçmemiş geçirilmemiştir

şu var ki

bizlere iyi geçirmiştir

affeder misiniz sinyoritam

boşluğu boş verelim

kafiyeye dönelim

ömer mısır sever

yıllar geçtikçe

mısırının koçanı kelleştikçe

tanelerini kelime kelime

fellik fellik şiirlere serptikçe

toto-loto-biyografik mastürbatik manifestosuna devam ediyor hâlâ

mesela;

uçuyorum uçuyorum ama

yine uçuk çıktı dudak akımda

geçer miydi ki

kuklalarımızı oynasak kumda

gözüm yok şiirde akımda makımda hatta makamda

bunlar zaten akıl hastanesinde yoğun bakımda

benim aklım en son düştüğüm rakımda

 

zoolojideki adını bilmem sayın şiirciler ama

diken kuşu olsanız siz madam mesela

saka da derler ona

pardon;

öğretmenim çağırdı

“yavrum gel de reenkarneni vereyim sana.”

o halde ben de ne olsa ne olsa ne olsam

butimar huma kuşu guguk bay kuşu

huşu içinde bir muhakkak ki

ishak kuşu

BİR KEDİ GÖRDÜM SANKİ

[yukarıda

o

her yerde

gelmemiş gitmemiştir]

şiirime yanınızda devam etmek istiyorum madam

biliyorum çok alaylıyorum

bakmayın siz bana

bu kafiyelerin alayı yorum

kafesteyken bazen çok saçmalıyorum

ben saçmalarken siz hep orda oluyorsun

kırk yılda bir net gösteriyorum

bu defa da siz yoksun

beni çileden çekip çıkarsanız sinyoritam

bazen kendimi çok kalaylıyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İşte Geldiniz (I)                                                                  

                                                                                                                                                                                mayıs

hıdrellez gibisiniz

işte geldiniz

hoş geldiniz

o o

gözleriniz! de mi buradaymışlar

hoş gelmişler

dostlarım, beni bu iskeleye fena bağladılar

sofranızı uzaktan seyrediyorum

burada ha bu babaya bağlı kalıp

tahir olmaya özenip

tahripkâr tahrirler karalıyorum

hayır, kusurunuza bakmıyorum

sorun da yok, tek başıma içiyorum

işte geldiniz

hoş geldiniz

yollarımız gözlerinizde kalmıştı

ne de içtendiniz

neredeydiyseniz neredeydiniz

BANA NE GETİRDİNİZ?

bu evcil harflerin afacan evciliklerine gözlerinizle mi göçlerinizle mi dikkat edersiniz?

şimdi söyleyin bakalım

sizin de var mıdır herhangi bir ederlesiniz

mayıs’ın altısında bir dilekle geceden suya bırakılan

sabaha gerçekleşmesi beklenen

yahut bir şarkıda içli mi içli mi içli mi içli söylenen?

işte geldiniz

eliniz boş gönlünüz loş geldiniz

devlet başta kuzgun leşte geldiniz

bu ne rahatlık! sergüzeşte geldiniz?

bu kadar da geç kaldınız, sanki eldiniz

yine de yine de hoş geldiniz

şimdi bu iskeleden üstüme -tütün- basıp

ıslıklı bir şarkı tüttürüp

geçip gidiniz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gözlerini Yeşil Sanıyordum

kapağım açılmış yıllarca bir gazoz

yahut

bir ayağını araba ezmiş kötürüm bir köpek eniği gibiyim

kahve gölgesinde bir ömür

yüz kişinin birden adını bildiği

bir kahveci kalfasına özeniyorum

adım sadettin oluyor istasyon kahvesinde

‘aileye mahsus’ olmak üzere ayrı bir bölümümüz var, kapalı kızlar

yüz kişi birden bağırıyor, sadettin

çay çay çay çay çay

boşlarını topluyorum hayatın

kültablası kokuyorum

ağaçların yaprakları kuru masalar üzerinde karıncalar sarmış çay döküntüleri şekerl

[ağaçlar kuru yapraklarını kusuyor masalara]

karıncalar sarıyor beynimi sadettin olmazsam

belediyenin suyunu veriyoruz cam şişelerde; cam sağlık

hayatın sandalyeleri plastik; yüklendin mi, sallanmaya kalktın mı kırılıyor

bizim kahveninkiler ahşap; ahşap güven

[ama biraz tahtakurusu]

sigarasız bir kahveye tahammülü yük bu hayatın

[bu kahvenin sigarasız bir hayata yok tahammülü

kanlı da çaylar nerelere koydun ümmü’mü]

sadettin bize iki çay

sadettin gülüm bi su atıver harareti kesmedi bu çay

bunca emeklinin arasında emekleyen birkaç genç de var

sadettin’e imreniyorlar

sadettin abi kâğıt alalım, dört de çay

biri soda olsun soda

sadettin’im; hakiki kahveci, önlüğüm var, beni tanımayanlar da tanır beni, ben döndürüyorum burayı, çekip çeviriyorum, söküklerini dikiyorum.

hoparlörleri ağaçlara çıkmış yerel radyonun bile şu filme bir katkısı var

şu florasanlar*

kimse niye yüzüne bakmıyor bu florasanların

yanmazsa fark ediliyorlar

florasan mısınız?

içinize sinek kaçmış

sinek ve kelebek ölülerle dolmuş içiniz [kelebekler, güveler ve başkaları**]

sinekler kötüleri, kelebekler iyileri hatta kızları temsil, bilmem açıklamama gerek var

allah’ın gücüne gittiği oluyor mudur veya komiğine filan

[tanrım güler misin ağlar mısın]

sineğe pis bir anlam yükledim

kazık atan dost dedim mesela

dost kazığı

allah’ım kağıt bekliyorum

cevap da

sizden de cevap bekliyorum; florasan mısınız?

hasansanız da olur***

sadettin çaylar nerde kaldı?

sadettin’im, susarım

iyi idare ederim

florasansanız

idare lambasıyım

fitilimi yakınız

sadettin değilsem;

liseyi yatılı okudum. seçilmiş öğrencilerin kazandığı parlak bir lisede parlak olmayan bir parasız yatılıydım. sakalım epey geç çıktı ve bunun acısını çok çektim. ilk sigaramı bu sadettin’in tanıklığında bu kahvede trenlere binip gitmeye özenerek içtim. istasyon kahvesi adı üstünde. trenler geldi geçti ben sigara içtim. o kızı düşünerek çok iç çektim. çay. adı konulmamıştı daha sadettin’imin. abi çay alayım. “delikanlı, bu gadar düşünceesen gelme boraya; bak bunlar hiç düşünüyor mu!” sadettin’den ilk zılgıtı o gün yedim.

ben belki de sadettin’im

bu kadar bir düşünceyim veya bu kadar düşüneceğim

o kızın kolundaki üç tane benim veya benin biriyim

o gün bugündür onunla gezerim

ama o günlerden sonra o kızı bir daha görmedim

ta ki bugün oldu o gün

bugün de sadettin değilim

cami avlusunda bir gasilhaneyim

ben sadettin’in özentisi

sadettin’e sesleniyorum bu gün bu istasyon çay bahçesinde

demin o kızı gördüm

içimde bir bardak kırıldı

tuttum ben de tüm takımı kırdım

uğursuzluktan korkarım

bir dersanenin reklamı vardı

bu şehrin uğuruna güvenin

o şehirdeyim

dershanelere özel öğretmenlere özel muayenehanelere özel güvenlik şirketlerine özel hayata özel olan hiçbir şeye güvenmiy

o şehirdeyim

kızların pek özel isim bulmadığı sadettin’im

anlamı uğur olan bir isim

bu istasyonun uğuru benim

türkçemiz itibariyle türkülü kafiyelere uygun bir sadeddin

sen bana neler etdin

o bensin işte

demin o kızla görüştüm

aileye mahsus

dile kolay sayın tuvalet bekçisi

sayın gar şefi

sayın taksi durağı, taksici

sayın okey taşları [dayan]

ağaçlar

taşlar, raylar

çeşmeler, çeşmeye iplenmiş taslar

dokuz sene geçti

aşka en fazla beş metre ve bir fısıltılı günaydınlık yaklaşmıştık

ses bile duyuşmamıştık

okeye dönmüyordum o zamanlar

taşlar bile açılmamıştı

işte bir tesadüf telefon tereddüt

ve ben çay bahçesi, sadettin, o kız

“gözlerini yeşil sanıyordum, elaymış!”

bütün bir aşk boşuna gitmiş gibi sayın aile çay bahçesi istasyon kahvesi yeşilçam seyircileri çekirdek çitleyicileri

bütün bardakları kırarım mı ben sadettin kıran

yo yo ben o değil ben bambaşka ben

kahveci bize dört çay, bir de tarçın

adım yok artık benim şef

bu saatten bu saadetsizlikten bu sadettin’den sonra adım yok.

*  florasan: floresan tdk’ya göre

** arkın temel bilimler serisi: 14, arkın kitabevi, yazan s. a. mannings, çev. ayten oray

*** hasan mısınız: benim hasan diye dünyamın en kral arkadaşım varmıştı bir vakitmişti bir yokmuştu şimdi. dosdumdu. karşılıklı kazık atışmıştık, ama önce o. yemin olsun ben bir şey yapışmamıştık. sadece o kız çevremisindeki bütün erkekleri yiyordu. ahaha, örümcek kadın. bahta pot. hasan ve ben artık bahta tok. ve birer baltaya tahta. pişman değilim oy müstantik. ama o kız, sevişmek artık onda bir tik. yine olsa yine severdim, bendeki de … sevmek de bende tik. hasan benim en kral arkadaşımındı dostumdumdu. yıktı perdeyi eyledi viran. o da bir florasan.

enis akın sormuştu, “hasan mısınız?”

soruyu soruyla cevapladım, “florasan mısınız?”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Florasan mısınız?

sevgili hayat bir karnaval

durup düşünüyoruz sayın dostlar

burada istemezdiniz hiç böyle içli dışlı yazalım yazılsın yazılsınlar

işte insan

ve hayat bir karnaval

acil ihtiyaçtan bir martaval

puan kaybediyoruz şuan

puan puan

puan

puhaha

kaybetmek puan

bel üstü vuran

haybeye kavuran

dalgalandıran ve durulandıran

durulamak lazım hayatlarınızın köpüklerini

temiz olmalı bu karnaval

ve mis

hocam ben şiar olacaktım

bütün felsefemi iç ettiler

gülünecek bir hâle düştü hayat

ve şiir tam da bunun için

karpuzun suyunu kabuğundan içmek için için

florasanlar gibisin

geniş alanlarda

karnavallarda

yıllarca beraber

bil ki sen sihirli güzel gözlerinle

sinek

ızdırap intizar ızdırap intizar ızdırap intizar

allah’ın hakkı üç üç üç

uç uç uç

aç aç aç

iç iç iç

florasanlar gibisin dostumsan

acımız büyük

acımız kocaman

acımız kodaman

acımız müdür

acımız şef

acımız patron

acımız dana gibi

acımız pardon

acımız hiyerarşik

acımız şık

acımız artistik

acımız stilistik

acımız muazzam

acımız dev

acımız ev

acımız giderek

tespih mi çekiyoruz be mübarek

sen de ben de florasan

çok toz tutmuyor mu sence de hayatımız son zaman

konuşamasak

büyük alanlarda karnaval

kimse

kimsek

sinek

her yer tümsek

biz florasanlar

elektrik yok.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tarif

  1. “Bazen böyle oluyorum. Bütün gücüm gitmiş gibi oluyor. Belki de apartmandaki yemek kokusudur bunun sebebi. Ben dışarıdayken evlerden birinden burnuma bir yemek kokusu geldi mi, kendimi müthiş savunmasız hissediyorum. Savunmasız… bu hayatta hiç sevilmemiş gibi filan hissediyorum.” Barış Bıçakçı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, sf. 68

 

  1. Bir tencereye zeytinyağını, kıyılmış soğanı koyup hafifçe öldürün. Salça ve tuzu ilave edin. … Kabukları soyulmuş ve küp şeklinde doğranmış domatesi koyup onunla da domatesler ölünceye kadar silkeleyerek pişirin. …

 

evlerden yemek kokuları yükseliyor son katıma doğru

bu hayat dibini tuttu

içimdeki çocuğu görüyorsun memet?

habire soğan doğruyor

sol elinin üç parmağı arasına sıkıştırıp sağ eliyle bıçaklıyor

bunun için avuç içi büyüklüğünde bir soğan seçiyor

kırık sesler çıkıyor

çocuk memet,

soğan üzerinde çok ince çalışıyor

bankonun üzerindeki radyodan beraber ve solo türküler yükseldi

bu hayat suyunu çekti

içimdeki çocuğu duyuyorsun memet?

tahta altlık ve soğanla münasebet kuruyor

ıslık çalıyor eşlik ediyor

ıslık da güzel bir şarkısıdır değil mi memet?

sahibinin sesinden olduğunda

ıslık da güzel bir şakasıdır dudakların

kalbim bir kıyma makinesi

ve ben bunu bir yerden hatırlıyorum memet

bir bölü iki su bardağı zeytinyağı diyor çocuğa hayalet ahçı

her şey dünyada ölçüsüyle yer tutuyor memet

ölçülü olmak en büyük maharet

içimdeki çocuğu ölçüyorsun memet?

ona kalbi kadar beyaz kalbi kadar kocaman bu soğanı verdiğiniz için size minnettar

“küçükten beri böyle bu çocuk, aklı bir karış havada!” dedi     annesi

he ya, öyle doğdu içimdeki çocuk

bir mızrak boyu yükselmedi içimdeki çocuğun içindeki güneş

bir mızrap boyu yetmedi içimdeki çocuğun içindeki ıslığı çalmaya

bir arpa boyu yol almadı içimdeki çocuğun içindeki dede

bir çocukluk ki kanadı dizler boyu

uçar bir gün memet

soğanların katli vacip memet

çocuk soğanları hafifçe öldürüyor

soğan doğranmasıyla meşhurdur biliyor

bu sırada radyo bir şaka yapıyor

ne ağlarsın benim zülfü siyahım diyor

çocuğun zülüflerinden bir an için şüphe düşüyor

su bardağım yok

rakı bardağımla koysam olmaz mı memet?

içimdeki çocuğu kokluyorsun?

“koku almasak daha mutlu olabilirdik”I

al sana pişti memet

çocuk tencereye salçayı koydu

tuzu koydu

küp şeklindeki domatesleri de koydu

çocuk ha babam koyuyordu

‘dede’ olacak çocuk oydu

çocuk domatesleri öldürmeyi de kafasına koydu

metalle olmaz memet

kaşık ahşap olacak

taşıt ahşap olacak

vakit akşam olacak

çocuk artık tarife bakmıyor

tenceredeki mevtanın üstüne ayşe kadını da koydu

pek şık durdu

ayşe ile memet

içimdeki çocuğa dikkat et

dışarı taşmasın memet

görmüyor musun her yerde hürriyet

hem bu hayat baharatı biraz bol kaçmış bir yemek

mühim olan bunca şeyi bir tencereye sığdırabilmek

içimdeki çocuk bol bol pencereye çıkıp

şehre kaş göz yapıyor memet

bu hayat pişti

bal şeker bol afiyet

içimdeki çocuk birazdan balkona pikniğe çıkacak

korkma bugün olmaz memet

yok yok bugün olmayacak

daha kurulmadı o salıncak

şehri tepeden tırnağa yemek

bilmem ki nasıl olur memet?

 

 

 

 

 

 

 

 

Tam bi Şiir

 

doğrudan kaleye;

kombi gibiyim el dost

özgürlük ve bağımsızlık benim biraz karakterim oluyor merkezi sistemlere karşı

çok yanarsam zor onulur acılar yaşatıyorum sahibeme her aybaşı

hiç gürültüsüzüm size, belki birazcık kendime, yanan içten içe içten içe

ve bu bendeki öyle bir iç ki, şiire çarşı

zombi gibiyim el dost

geceleri ilginçtir berhudar oluyorum pervaneyken derbeder hikâyelere

korkutmalarımı göklerinize bırakmış salınırken yukarıda kaybettiğim irtifalarla

“sıfatları at, sıfatları at,” diye bağırıyor ordan, yüzyıllık sakinlerine sancılar saçtığım hancı

tombi gibiyim el dost

eski bir ilkokul dostunu hatıralatıyorum ağzı yumurta buram buram

hepiniz yediniz ulan beni

tahtaya kalkıldığında önündeyken haritanın

bir el önlüğün cebini oyar oyar oyarken

billur tuzlar akar akar akarken

bütün ezberlere ayarken

teneffüslere yakın akıllarda, yeşil mi kırmızı mı diye ışık yakmışlığım da çoktur

düşündükçe yanıyor şuram şuram

dombi gibiyim el dost

hani şu dombilinin memleketi

arka bahçede şiire iki tek attırırken bastı

büyük şairler beni.

 

 

 

kaleden kaleye gol olmaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dar-Zar-Har-Nar-Kar Oluş Surlarında Tutturulmuş Türkü

 

 

bir harf bile surlardan itebilir bizi

 

I. Diriliş – Yumruk – Zortlatma

te tekno ra rock ba barda va varoluş: “abi bar var karı var bar var karı var”

ey orospu bar çocukları

sigarasız bir hiçsiniz

ne o

sanzatusuz bir briçsiniz

bu kadar alkole sevişmeye

gayet de dinçsiniz

-ine her zaman sıçtığım içsiniz

kemirgenimde ettiğim linçsiniz

sanırım bu hayatınıza uygun tek kelime kalıyor

bu üç harfi biçecek bilinç sizsiniz

anlayınız

alayınız piçsiniz.

II. Direniş – Çok Unutkansın Ya Rab – Kırık Hava

bu hayat topuzu çok uzaklara kaçmış bir kantar

veya bu filmde tüm şairler birer nuri kantar

dal sarkar kartal kalkar

çük kalkar meme sarkar

bu ciddiyet bu haytaya yeter de artar

çünkü dünya eli bol baharatlı bir aktar

geçiyor ömür onu dönder bunu aktar

hımm bu içinde bulunduğumuz delik maşallah pek dar

başa derd açar

bir derdalan açar

kimsenin babasında kalmadı iftihara medar

oralet diye bir şey var

park ve bahçeler müdürlüğü

sobacı ve emsali sanatkârlar odası

hepsinin bir sancısı var

‘çay olmuş mudur’ var

çay olmuş mudur var

allah’ım masada bıraktın ses etmedik

bari içimdeki makası çıkar.

III. Duruluş – Sen Aslında Çaydın – Aydın Uzun Havası

bu kadar çok ıslık çalarsan genç, kaçar tabii bereketi hayatın

köprünün altından çok sular aktı

ve sen bu cümleyi hayatın içerisinde birkaç kere kullandın

zaten bu diyarın alamancısıydın

tavşan kaç tavşan kaç, tazılar tarafından yakalandın

beyzbol topu musun be mübarek, biberleyeceklerdi tabii seni ya ne sandın*

ulan bu kuponu da yatırdın

madem çıkarmayacaktın ne diye batırdın

tanıdığın herkese edilmiş bir bedduaydın

bu böyle, “yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.” ne de geç aydın

madem küstün dargındın

ne demiştin niçin caydın

gidemedim anne gözün aydın

sen söyle incirden düşsen uslanır mıydın

aynı yağmur altında birkaç kere ıslanır mıydın

söyle bana oyuncaklara nasıl kıydın

bu kızı hep bademlerden saydın

dün neler söylerdin bak bugün caydın**

sağ olan babam, yanlışlıkla hep sağ baştan saydın

bari ben malı görmeden ödemeyi yapmasaydın

hayatın üstünü de sanki yanlış saydın

belki bıraksalar ömür billah anasının dizinin dibinde bir taydın

lan oğlum sen kendini adamdan, beni de yok saydın

günlerin köpüğüne, bu kaktüsün tohumuna para saydın

bıraksalar belki saksının dibinde çaydın

üstünde bir çocuğun meteliğin son hâlini gözetlediği, trenlere kafa tutmuş raydın

bugün gece deredeki balıkları sayabiliriz ay aydın

her gece binlerce yıldızı hiçe saydın

o kadar meze hazırladı bak yengen, bari iki tek atsaydın

söylesene be moruk, sen bu kafeste kaç gün saydın

iyi de niye şimdi hayatın anasına bacısına kaydın

gelmişine geçmişine sövdün saydın

bu asiliği de marifet mi saydın

bari bunu tadında bıraksaydın

madem bozuldu tamirci çağırsaydın

kendini fasulye gibi nimetten, hint kumaşı bulunmaz mı saydın

içinden kaça kadar

sorması ayıp neye doğru şafak saydın

hayatın ilk onbirini yine yanlış

dostum hop yerinde saydın

bir zamanlar sen de diday diday day diday diday daydın

suyu çekilmiş bir adaydın

üç şeysiz oradaydın

kurbanda dağıtılmış paydın

bu ligin bütün haftalarında baydın

bana başka bir şey değil, derttin tasaydın

hadi yeter artık

fena halde baydın.

* Aynalı Sandık, Dursun Utku, Bük Yayın Dağıtım

** Ferdi Tayfur’un Yüreğimde Yara Var şarkısından

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üşüş Başıma

                                                           attilâ ilhan’dan

aysel gel başıma tam sana göreyim

aysel biliyorsun ne zamandır peşindeyim

aysel hadi ama seniyim

    seni çok seneyim

aysel tam bensin banasın kuş

aysel kon başıma bir tanesin

seni bekliyordum bari geçerken uğra

ben ve çayım hep tazeyiz sana

küp şeker hiç üşenmem kırarım ikiye

gel çift sır küpü olalım

aysel tam da hayallerimdeki acısın

aysel gel başıma kafama sadece seni takayım

biliyorum biraz erketedeyim yıllardır mahmut’um dalgacıyım

mamafih eski klasik bir â, belki tel bir siyahım firketeyim tokayım

aysel çabuk

saat tam arka sayfayı çevirmek üzere

dönmeliyim adi bir şaire dönüşmeden önce

aysel hadi serin olacak sanki hava

aysel gel başıma

bütün saatlerim denizi dalga geçiyor

bütün balıklar ölümüme ayselâ okuyor

aysel hadi

başım üşüyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Evet

 

 

sarı bir adam biliyor sadece

zühtü ile meryem [hangisi önce]

bu mutlu gününüzde

çuvaldız hep bana

şu saatlerde evet dedi

ayağına bastı oonun

oonun ayağına bastı

evet

ayağıma bastın çocuk

çok kötü bastın çocuk

tırnağı biraz fazla kesmek gibi dibinden

geçecek

bir iki günü bulur

bu evet’in denmesi

yaktın yandırdın beni

yıktın yıkadın beni

yıkadın ve dolaba kapadın

ve biz içerdekiler büyük bir gürültüyle yıkıldık

ıpıslak 

‘sen içerdeyken ben’

aldırma ulan 128

ben içerdeyken sen

evet; çoşkuyla, közlerinde kahkahalalalalarla

gözlerimde balyozlaşlarıyla

talaşlarla

çapaklarla

kaynak kıvılcımlarıyla

sonusuza kadar evet

artık sizin de bir defteriniz

içine çocuklarınızın adları

zühtü meryem hilal gülnihal boranalp kürşat kutadgu bilig

“çekirdek eğlencelik

çekirdek eğlencelik”

insan üzülen bir varlıktır kurt

tarkan viking kanı içecek bu gece

insan üzülen bir varlıktır kurt

where will you sleep tonight mesela

veya bu gece bütün gerçekler gerçeğe girecek

çuvaldızı giren çıkanı bana benim hesabıma yaz allah’ım

veresiye kabul etmezsen bu gece topluca kapatırım

o veresiye kalmadan

prozit şerefe prozit

bu saatlerde evet demiş olmalı

evet dediniz ve kaybettiniz hanfendi

gülünüz

bir defter kazandınız bordo bereli

bunu atatürk’e borçlu olmalısınız pek medeni

prozit şerefe prozit

o ağacın altını şimdi anıyor musun

siktir git

yaktım o ağacı bütün ormanı aman ormancı canım ormancıyı

elinle yaktığın ateşi gözyaşınla söndüremezsin orman ihbar alo yüzyetmişyedi

yengen elmayı yedi

o ağaç prozit

ondan kestiğim filizi sivriltip sivriltip

kürdan değil

kalbime tekmil

selam durdum ciğerlerime dokundum

o saatlerde evet dedi

bir adet sarı lamba bunu biliyordu başından beri

bana söylemedi

küfür yok bebeğim küfür yok

aci

biz acıyla emirgan’da barbut atardık bebeğim

biz hacıyla eskişehir’de mazbut birer tatardık

çekik içli

boşver bunları

şu saatlerde he dedi

acı

önümden çekil moruk

şu saatlerde taca çıktım

rüzgâr çıktı

aldı beni götürdü

hepimiz topuz

topunuz topsunuz ey dünyalılar

imza diye bir şey ne için var

ne için neye bu kahkahalar

şu saatlerde evet

çuvaldızı kendime.

Okuyucu Yorumları

skip james: modern bir ümit besen bestesi gibi duruyor. nikah masasına terennüm.

buddy guy: bu ne lan!

big maceo merriweather: kendimi buldum. ilk zamanlarımda yazdığım şarkı sözlerine benziir.

koko taylor: kuku düşkünü bir ergen kedinin uzanamadı ciğere mundar mı murdar mı diyor siz.

susan tedeschi: bir erkek beni böyle öfkeyle sevmiş olsa, bilmem nasıl olur ki.

ali farka touré: doğulu bir hava sezdim.

mississippi fred mcdowell: mississippi kenarında rakı içer gibi.

ibrahim sadri: aa, benim dizeyi çarpmış, ece ayhan’dan çarptığım dizeyi. ortak bir bağımız olmalı, veya bir anısı filan.

ormancı: şimdi babanı laciverde boyadın.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Madonna Olacakmış

 

madonna olacakmış

gülmeyin

belki yarası var

çok gülümsemiş, mutsuz olmamış

belli şakası var

(nil)

kahvaltım olsana madonna

gözlerin sürsün yüzümdeki bu çorak tarlayı

ayçiçekleri zeytinler filan sulayalım çayla

sen sen ol kahvaltım ol

tamam olacaksın

madonna da ol

parmak bas en zayıf notalarıma

kezzap tuzruhu filan dök bütün havuzlarıma

yeter ki canlanayım demleneyim

bakma şimdi kıyıya vurduğuma

kahvaltım ol madonna

madonna ol

gülmesinler

güldüğünü hissedeyim

gözlerin yeni açmış birer domates

maraz bulmuş bu ağacı kireçle madonna

gülgillerden filan isteteyim seni

çilekler gibi yayıl topraklarımın üstüne

kalemin bedenlerinde birer adet benek

nokta noktalı bir şeyler

gül bana madonna

reçelim olmanı isteyeceğim sanırım senden bir ömür

kahvaltım olur musun madonna

bergamotlayalım akdeniz’in bütün yaylalarında

yörüklere maya çalalım

akdenizlere her inişimizde kelebekler’den kelebek toplayalım

hissediyorum bazen

madonna olacaksın

gülmenden içinden dışından ellerinden ağzından telinden telvenden

hele o çayda açtığın yol koku doku dokun yok mu

gel al bu yolcuyu bir çay içir yüzünün dinlenme tesisinde

kahvaltım olur musun madonna

sabahları acıkmayı o’ndan öğrendim

sana ben öğreteyim

çörek otu toplayalım böreklerin üzerinden

gözlerine filan dönüşsünler

kaç zeytin yediğimizi unutalım

zeytini ağacıyla birlikte yiyelim

çekirdekler başımızdan konfeti döksünler

ekmekler arkamızdan ağlamasın

tabak çatal orkestrası la cumparsita çalsın

biliyorum madonna olacaksın

kahvaltım da olur musun

altını birlikte alırız bu hayatın

sofra bezini kuşların önüne dökeriz

tuş sesleri ovalara yayılır

yeter ki olalım madonna

birbirimizin dikişlerini fırçalarız

kanal tedavilerimizi yaparız

evimizin planını anaokullu bir çocuğa çizdiririz

kahvaltım olursun

bir dağın eteklerinin plilerine bir soframız

ne de bahtiyarız

her daim meyve bulunduranım ol

ziyanı yok madonna da ol

bırak dökülsün temizleriz

güneş girsin doktor girmesin o bizim evimiz

miras değil zo alınterimiz olur

annem sana terlik pabuç alır

bora’nın ve üçsan’ın saklama kapları güzel, kaliteli, bak bunun üç tanesini bir milyona aldım

ne dersin, madonna olacak mısın? kararlı mısın?

kahvaltısı olalım birbirimizin

çayı çemberi çekirdeği

panzehiri zembereği

battaniye altına girip yoğurdu bekleyelim sütler gibi

ah madonna

sen çok hülyalı bir kız olacaksın

madonna olacaksın.

Eylül 30, 2009


 

 

 

 

 

 

Tahterevalli Zamanları

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Reddiye

 

“Ve aslı olmayan bir şeye,

Beni bunca yıl inandırdı diye,

Dargın öleceğim Fuzuli’ye”

Hüsrev Hatemi, Aşka Reddiye

Reddetti.

Bildik bir olay öyküsü kahramanı olmayı reddetti. Olayların değil, kişilerin ruhlarının öneminden bahsetti. “Yazacaksan ne yaptığımı değil, beni yaz,” dedi. Ne yapacağımı şaşırdım.

Reddettim.

Reddet Devri’nin başlangıcıydı. Her şey, bir şeyi; herkes, bir kimseyi reddediyordu. Gel Gel Yanalım Ateş-i Aşka, ay farkıyla bu devrin çocuğu olmuştu. Lakin temelleri bir önceki devirde atıldığından tamamen uyum sağlayamadı ve elinde gün geçtikçe cilalanacak olan bir fobiyle kalakaldı.

Şu an, alelade ve sade bir belediye otobüsünün sallantılı mevsiminde, dersten çıkmış, evine yollanıyor. Üniversite öğrencisi. Geceden kalma uykusuzluğunu amfinin arka sıralarında gidermeye çalışmış, alnında bir saat önceki uyku girişiminde sağ kolundan yansımış bölgesel bir kırışıklık var. Gözleri mahmur. Renk denilen, nasıl bir şey?

Kitap okumaya çalışıyor ancak her sarsıntıda ve durakta bir paragraf geriden başlamak onu aynı sayfada tutuyor. Kitap açık biçimde, uyur uyanık camdan dışarı bakıyor, sürekli arabalar geçiyor. Madden var olduğunu, mevcudiyetinin yegâne temelini demin otobüse binerken bastığı manyetik kartın ötmesinden ve düşen kontörden anlıyor. Manevi varlığını ise sözcüklere borçlu. Sözcüklerden ibaret bir adam. Söz’lerin en acınası hallerinin mümessili söz’cük’lerden. Dilin uzanamadığı, el ve kalem birlikteliğiyle ihraç edilen sözcükler.

Elindeki kitabı kapatıp başını koltuk ve camın kesişimine dayıyor. Sağ elini, ceketinin sol iç cebine sokuyor, cebinde bir cevher, reddedilme fobisi, onun yerinde durduğuna emin olarak dışarı odaklanıyor, eli fobisinde. İlk olarak bir kalemtıraşın başının altından çıkmıştı her şey. Sıra arkadaşı Ser Vermez Sır Verir’e ait olan yeşil, kaplumbağa şekilli bir kalemtıraştı. Sadece merak ettiği için istemişti, kendisinde olmadığından değil. Çok şükür ailesinin onu kalemsiz ve tıraşsız bırakmayacak maddi gücü vardı. Ser Vermez Sır Verir, “Olmaz!” demişti. Kalemtıraşını vermemişti. Çok gücüne gitmişti, çok.

Bir dahaki reddedilişini not düştüğü tarih ise cebindeki parayı düşürdüğü güne dayanır. Yine ilkokulda okul çıkışı eve dönerken bindiği dolmuşta fark etmişti cebinde parası olmadığını. “Amca! Paramı düşürmüşüm, yarın versem?” demişti de şoför aşağı inmesini ve onun gibi beleşçilerin büyüyüp memleketi o duruma soktuğunu söylemişti bağırarak. Ardından dolmuşun içindekiler de kafa sallayarak hep bir ağızdan, “Yüz vermeyeceksin bunlara kardeş,” demişlerdi.

Tel dolabın görünmeyen bir köşesinde unutulmuş bir baharat gibi, kendine özgü tütsüsünü, aromasını zamanla kaybetmiş, tamamen bozulmamış ama havadan nem kapmış, ve yağmur altında dahi ıslanmayan birileri onu oracıkta (içini kemiren) kurtların istilasıyla baş başa bırakmış.

Otobüs sert bir kalkışla hareket ederken önündeki koltuğa oturan yolcunun saçlarından yayılan kokuyla irkildi. ‘Fleurs de Rocailles’ (Irmağın Çiçekleri) geldi aklına bir filmde izlediği replikten. Uzun, salınmış, siyah saçlar. Keşke akşam olsaydı da camdan yüzünün yansıması görünseydi ama ‘keşke’ye mahal yok.

Otobüsün sallantıları rahatsız etmekten öte çatlak bir sesle de olsa ninni kıvamına gelmişti.

Tekrar daldı.

Reddedilişinin hatırlanan bir başka yansıması da ilkokulun son sınıfına rastlar. Kırk yılda bir ‘bunu biliyorum sanırım’ diyerek kaldırdığı parmağın yanlış cevaba işaret etmesi ve ardından tam açılmış bir paraşüt gibi aheste inivermesi. Ne zaman ki tereddüdüne ve çekingenliğine yenik düşerek parmak kaldırmasa, içinden geçirdiği cevabın doğru cevapla aynı olduğunu öğrenip içinde ama sadece içinde bir gurur patlaması yaşaması. Sonraki hüsranlarının temeli de bu gururun verdiği sahte cesarete dayanır. Ve baykuşlar için talih, tekerrürden ibarettir.

Nefesini daha fazla tutamadı ve dibe değemeden çıktı düşyüzüne.

Önündeki yolcu saçlarını hareket ettirdikçe kendine geldi ve meraklandı. Harika bir koku; ıtır, rayiha, büke, belki de bütün kadın isimleri. Kokuya yöneldi, saçları haricinde sadece sağ kolunu görebiliyordu. Irmağın Çiçekleri’nin koluna uzunca bakarken kokunun etkisini yitirmesiyle tekrar daldı.

Bugün önemli bir gün. Kıyametvari bir reddolunuşun gündönümü, son beş yıldır her akşam bir şişe şarapla anıyor bu günü. Hatta eceliyle ölümü bu tarihe rastlamazsa da mezar taşına yazılması için vasiyet bırakacaktır. Sevinçli bir telaş içindeydi beş sene evvel, bir bahar günü rastlamıştı benzer bir koku sahibine. Rüzgâr arkasından estikçe o koku tüm damarlarında dolanıyordu. Sahile nazır bir çay bahçesinde bir masayı tüm yalnızlığıyla cilalamış ve baharın geldiği ilk günlerin hazzını kalemine dolayıp kâğıda ayrıştırırken, ıhlamurlarınkini bastıran bir koku yayılıp önündeki masaya konuvermişti. Siyah saçlı, önden bakınca güneş, arkadan ay gibi bir koku. Selam verir gibi yapmıştı otururken. Gel Gel Yanalım Ateş-i Aşka ise gülümseyerek karşılık vermişti. Sonra önüne dönüp yazısına devam ediyor gibi yapmıştı. Yazı mı yazılırdı onca güzellikten sonra. Sigara da içilmezdi, o tada ayıp ederdi kalitesiz tütünün kokusu. Öyle durdu işte. Kalem, anlamsızca şekiller çizdi kâğıda. Uzakdoğu alfabelerindeki harflerin gizemli estetiğine gidip geldi. Kafasını tekrar kaldırdı ne yaptığına bakmak için. O sırada bir garson ona bakıyor olsa henüz çayı bitmediği halde yenisini söylemesi işten bile değildi. Bu defa aklına laf olsun diye yaptığı işler geldi. İçinden alaycı bir gülümseme masanın üstüne yayılıverdi ve cilayı bu gülümsemeyle sildi.

Hatırladı; çok iyi sağır dilsiz rolü yapardı. Bir darbe ertesinde karar vermişti buna.

Bir gün kendisininkinin lastiği patlak olduğundan ağabeyinden bisikletini istemişti. Ağabeyi ise tam da o söyledikten sonra, “Hayır, bana lazım,” demiş ve akşama kadar bisiklete binmişti o gün. Ondan sonra kimseden sözlü olarak bir şey istemedi. Ne annesinden ne babasından ne arkadaşından ne öğretmeninden ne kırtasiyeden ne bankacıdan ne kedisinden ne gazeteciden ne çilingirden ne meyhaneciden… Hiç yüz göz olmadı, ihtiyacı varsa ya hemen parasını vererek aldı, ya da kâğıda yazarak arattı. Sağır oldu, dilsiz oldu, yazıyla anlaştı. Duymadığı zaman sorun teşkil etmiyordu. İşaretlerin, mimiklerin ‘hayır’ı ve ‘yok’u ise yeterince bozguncu değildi. Bu yüzden sözlere değil de söz’cüklere doğru karşıevrimleşmesini tamamlamaya doğru yol alıyordu.

Koku yerinden kalktı ve o birkaç metrekarelik alanı nahif salınımıyla bir konser alanına çeviriverdi. Şimdi de bilinmeyen şarkıların porte üzerindeki notalarının gizemli gölgelerine gönderdi Gel Gel Yanalım Ateş-i Aşka’yı. Şairin de dediği gibi ‘koku esas, kişi aksesuar’ mıydı gerçekten, diye düşünürken koku tekrar sandalyesine oturdu. Fol ve yumurta ortada henüz yer bulamamışken konuşmak istedi birden. Çekingen insanların böyle patlama anları vardır. Önce elleri ceplerinde anlamsızca saatlerce dolaşırlar, sonra birden bir ayyaşla, bir ayakkabı boyacısıyla, bir bakkal çırağıyla, kalbe hitap eden bir yüze sahip herhangi bir insanla konuşma ihtiyacı hissederler. Ama, ama, ama. Vazgeçti, sonuç sessizlik olabilirdi, sessizlik ürkütürdü. Önündeki kâğıda, şekillerden boş kalan bir yere, “Bu akşam beraber içki içebilir miyiz?” yazıp ayağa kalktı ve kokunun masasının üzerine bıraktı. Geri döndüğünde utancından arkası dönük olarak oturdu. Cevap verecek miydi? Temiz bir kâğıda, kalemin ucu bitene kadar “hayır” yazdı. Yazarken tüm harflerin alt alta estetik bir biçimde dizilmesine dikkat etti.

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

hayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayırhayır

Irmağın Çiçekleri yerinden kalkarak cevabını uzattı: “Hayır.”

Sigara yaktı Gel Gel Yanalım Ateş-i Aşka. Önündeki ‘hayır’ların olduğu kâğıda baktı, eline aldı ve ışığı da hesaba katarak yüzüne doğru çekti, burnuna değene dek yaklaştırdı, gözlerini ‘hayır’lara odakladı. Bir miktar uzaklaştırdı ve sabırla ‘hayır’ların derinlerine doğru baktı. Üçüncü boyutta bir şekil belirdi: R E D D İ Y E

İşte bu gün, o günün doğum günüydü, bir nevi perperişanlık kutlaması yapacaktı, bir nevruz ağıtı yakacaktı akşam ağdığında. Kötü anlar da bu şekilde şarabın mayhoşluğunu sarhoşlukla dengeleyerek kutlanabilirdi.

Ama ondan önce, otobüsteki sallantılı yolculuk devam ediyordu.

Yolcuların inmesi için kapı açılınca içeri giren rüzgâr eşliğinde bir tangoya başladı Irmağın Çiçeği. Ve o kol, apaçık sarı tüylerle belli belirsiz süslenmiş, kışı bitirmenin beyazlığını yansıtan, güneşi arayan o kol, hâlâ bakış menzilindeydi.

Gel Gel Yanalım Ateş-i Aşka, akşam yapacaklarını düşünüp sözcüklerine geçmişten gelen nağmeler terennüm ettirirken gözleri dalış mevzii olarak ırmağın sağ kolunu seçti. Bu kez tereddüdü bir birim eksikti. Ama. ama. Birden koldaki nezaketi sezince; şarkıları, notaları, şekilleri, sözcükleri boşlayıverdi. Ele doğru ilerleyip dirseğe geri geldi. ‘Birkaç nokta yanyana’yı görünce yerinden hafifçe kımıldanıp öne doğruldu. Dikkatlice baktı…….

Saydı……. emin olamadı, bir daha saydı……. Yedi tane kahverengi nokta. Büyüklüğü rahatsız etmeyecek kadar küçük, yedi ben. Sonra kendi koluna baktı. Aklına engel olabilseydi, geçmesine kesinlikle izin vermezdi.

Hemen kâğıdı kalemi çıkardı ve sözcüklerine yüklendi, birkaç cümlelik bir paragraf oluştu. Önce hemen vermeyi düşündü, düşünerek hareket ederse veremeyeceğini biliyordu. Fakat bunu düşünen düşünce, elinden yakalamıştı kolunu bir kere. Kâğıt elinde bekledi bir süre. Korkulu bir adrese doğru, hırsla yazılmış ancak ‘göndereyim mi göndermeyeyim mi’ye takılmış, son olarak kâğıttan çıkan mavi alev şeklinde kaybolmuş mektuplar gibi. Hafif rüzgârlı havalardaki, kıyıya vurmakla vurmamak arasında gidip gelen mütereddit dalgalar gibi.

            Heyecanla kalkan neyle oturur?

Ani bir hareketle kâğıdı, ön koltuktaki sağ kolun üzerine uzattı. Irmağın Çiçeği korkuyla şaşırdı, arkasını dönüp baktı ve kokusu yüzüne yansıdı. Hiç ses çıkaramadı Gel Gel Yanalım Ateş-i Aşka. Otobüs havalanmıştı ve onun da çıtı çıkmıyordu. Sağ kol, kâğıdı eline aldı, önce buruşturdu ve fakat düzeltip okumaya başladı:

“Daha önce hiç kimsenin kolundaki benleri saymamıştım. Sizin kolunuzda yedi ben var; benimkinde de. Benlerin sayısındaki bu uyum, benliklerdeki uyumla paralel olabilir mi acaba?”

 

Otobüsün durmasıyla birlikte apar topar indi.

Yalın Ayak

 “Baba bugün dağlar al boyandı,

Kim yattı, kim uyandı,

Gözlerim agam, kalbime ataş düştü,

İçinde yar da yandı,

Gözlerim agam, su serptim ataş sönsün,

Serptiğim su da yandı.”

Kerkük Türküsü, “Baba Bugün Dağlar Yeşil Boyandı”1

Babalar yılmazdı, yıkılmazdı.

Çocuk, bir temmuz sıkıntısının içinde büyüyor. Elinde, güneşin sararttığı, katlanmış katlanmış bir gazete parçasıyla karasineklere sıcak savaş açmış. İçinde savaşların açtığı bir varoşta. Etraf da aynı sıkıntıda. Çocuk, bir taraftan elindeki gazeteye merak salıyor. Okumayı sökeli iki sene olmuş, ve seviyor söküp dikmeyi. Akşam Gazetesi, televizyonda da sıkça gördüğü Cenk Koray ölmemiş, bir köşesi var gazetede ve her gün bir şiir. O gün, ‘Masa Da Masaymış Ha’ var. “Sütünü yumurtasını koydu, pencereden gelen ışığı koydu.” Nasıl olur ki? Allah Allah? “Aklında olup bitenleri koydu.” Kendi masalarına bir göz attı ama anlam yoktu ortalıkta. Hani bir kara kedi vardı ya, görünce saç teli çekilenlerden, onun sırtına binip gitmişti anlam. Bu aralar gelmesi lazımdı yavrularıyla beraber. Bu anlam eksikliğinde şiir, o an, ‘Üç kere üç dokuz ederdi’den ibaretti.

Ne beklenir ki, ağrı diye bildiği şey sadece dişine musallat olmuş o güne kadar. Acı diye bir kelime yok. Kalp sadece bir organ. Dizi mi? O zaten her maç sonrasında kanar babam kanar…

Bulmacayı çözmeye yeltendi, bu ‘sol üst resimdeki sinema oyuncumuz’lar nerde, neler yaparlardı acaba?

Babalar yılmaz, yıkılmaz.

Sandalyeye iyice yayılmış babasının horlamasını duydu, yüzüne baktı. Belli bir ekşilik gördü, hasta eden değil de hasta olan bir görüntüsü vardı sanki. Yüzüne konmaya doğru pike uçuş yapan bir sineği son anda savuşturdu. Vakit de geçmiyordu. Bu sıcakta top da oynanmazdı daha. Kafasında sarı bir ampul yandı, takriben onbir yıl sonra sepya oldu bu görüntünün adı. Akşamüstü çocukları toplayacaktı ve bir çukur kazacaklardı. İçine kovalarla su doldurdun mu, al sana havuzun kralı. Mis gibi, sepserin.

Ama o sırada bir şey oldu. bir şey. bir. şey.

Babalar yıkıl.

Babası sandalyeden düştü bir anda. Çocuk ne olduğunu anlamadı bile. Toprağa yuvarlanıverdi koca adam. Kapak gibi. Sesi bile çıkmadı babanın. ‘Babacık’ olmadı o hiç. Ne yapacağını şaşırdı çocuk. Sesi çıkmadı annesine seslensin. Kan, onun dizinden akan kana hiç benzemiyordu, gömleğe ve pantolona bulaşmış kan. Bu kara bir kan, kırmızı olmaz mıydı hâlbuki?

Annesine koştu, seslenemedi, işaret etti. Annesi zaten koyu kahverengilerden sezdi bir şeyler. Elindeki makarna süzgüsünü öylece fırlatıp dışarı koştu hemen. Koşarak koştu. “Mehmett, Mehmet, n’oldu? kalk Mehmet, kalk!”

Çocuk, yan avludaki komşu herhangi bir amcaya bakarken buldu sesini. Herhangi Bir Amca geldi, her taraf kandı. Kimsenin bu hastalığa bağışıklığı yoktu mahallede. Arabanın bagajına taşıdılar babayı, altına kalın bir çuval koydular kirlenmesin diye Kartal… lar yüksek uçar.

Hastaneye vardılar. Acil. Sıcacık kanlar akmışken babadan, doktorluk, sonradan mı doğuştan mı soğukkanlar saçar etrafa? Mide kanaması… “Hem altından hem üstünden kan boşalmış adamın,” diyor sigara içmeye çıkan refakatçinin biri yanındakine. Anne, kocasının hastaneye kaydını yaptırırken attığı her adımda ayağından bir damla kan bırakıyor. Çocuk o damlaları hatırladıkça hiçbir yerde kaybolmayacak, onları takip edecek hayatı boyunca.

Şimdi hastanenin bahçesinde oturuyor, kardeşi ağlıyor niye ağladığını bilmeden. Olayı duyup hemen hastaneye koşan dayısı çocuğu yanına çağırıyor. Para veriyor, “Oğlum dolmuşa bin, çarşıdan annene terlik al gel hadi.”

Dolmuşta Pari Kojaie2 çalıyor.

 1 Türkünün ilk satırı ‘yeşil: al’ şeklinde değiştirilerek kullanılmıştır.

2 İranlı kemani Farid Farjad eseri, “Melek nerdesin?” anlamına gelir.

 

 

 

 

 

Ahmedum

 “Bulbul oter ilga eder dalini
Ordek yuzer dalga eder gölini
Gittun mesken ettin Kerum elini
Bundan sonra daha koymam Ahmed’um”

Karadeniz Türküsü, Nokta Ana Ağıtı

Oniki yaşında bir çocuk Ahmet. Başka türlü başlayamıyorum hikâyesini anlatmaya. Tasvirle aram yok bu aralar. Yaşı gözüme çarpıyor ilk. Gözüme batıyor, içime saplanıyor oradan sekip. Ahmet’in yanağından aşağı atıyor kendini damla, pantolonunun dizi civarına düşüp parçalanıyor orada.

Ortaokula başlayacak, evinden ayrılmış, ama o bir çocuk, oynamaya gittim sanıyor. İl merkezinde bir ev kiralıyorlar. Aynı kasabadan aynı okulu kazanmış iki çocukla birlikte o eve yerleşiyorlar. Oniki çarpı üç eşittir otuzaltı olsa, onları oraya üç başlarına bırakan babaları o zamanlar otuzaltı yaşında olsalar, bir okul için, g.tü affedersiniz boklu İngilizce öğreten bir okulu kazandılar diye, parasız yatılı bursu da alacaklar diye, o şartlarda kendileri yaşarlar mıydı acaba? Onlar kalıyor.

Ahmet, içli bir çocuk. Aralarında en olgunu, en kendini bilmişi. Gerçi bir çocuk ne kadar kendini bilir? Ahali soruyor şimdi ona; kendini nasıl bilirdin Ahmet? O da bana hikâyesini anlattırıyor.

Ahmet, ve diyelim ki diğerleri Töhmet’le Zahmet. Birlikte yaşamaya başlıyorlar ama önce yaşları küçük diye birinin annesi başlarında kalıyor bir hafta kadar, alışsınlar mahiyetinden. Ev, geniş odalara sahip, büyük bir salonu var ve üçüne yeni kitaplıklar yapılıyor kasabanın en zanaatkâr marangozunda. Üç kitaplık, üç masa, üç çekyat. Üçer üçer ilerliyor hayat. Okula çok yakın bir ev. Yürüyerek üç dakika alır, zil çalınca sesi duyulur. O zamanlar senfonik sesler yok okul zillerinde, ‘Hababam Sınıfı’ işi elle çalınıyor zil.

Ahmet ve ev arkadaşları iyi anlaşıyorlar, başlarında birinin annesi ve küçük erkek kardeşi. Okul ilk hafta pek yoğun olmuyor. Dersler boş geçip, erken bitiyor, evli evine yollanıyor, köylü minibüsüne. Ne âlâ, ilk kez giydikleri lacivert ceketi, kravatı, gri pantolonu, haftanın iki günü beyaz, üç günü mavi gömleği bir çırpıda çıkarıyorlar. Anne -Ahmet’in değil- onlara açlıklarını yatıştırmaları için çay yapıyor, yanında birkaç bisküvi ‘petit beurre’. “İngilizce değil mi yahu bu, yok şu sarı sözlükte.” Sonra da oyun, ev geniş, çoraplar yuvarlanıp top haline getirilir, gol atan kaleye. Kaleci, birinin kardeşi, Ahmet’in değil.

Ahmet, annesini pek hatırlamıyor hafta boyunca, kardeşini de, babasını da. Evde ilk günler telefon da bağlı değil zaten. ‘Prep. D’* sınıfında, ama prep’in ne olduğu da yok sözlüklerde. Ne biçim İngilizce bu, diğerleri de ‘Prep. B’de ve ‘Prep. A’da. Her akşam ders çalışıyorlar oyundan sonra. Tuttukları notları karşılaştırıyorlar, henüz sınıflarındaki güzel kızlardan bahsedecek kadar samimi değiller, yavaş yavaş, üçer üçer. Babalar tarif etmiş her şeyi, elektrik faturası nereye yatacak, su, apartman aidatı bakkala bırakılacak her ayın beşinde. Bakkala da tembihleniyor; bizim haytalara göz kulak ol. Kendilerine de; gösterin bizim oralıların aklını onlara, iyi çalışın derslerinize, yaramazlık yapmayın, kavga etmeyin, birbirinizi kollayın.

Anne, bir hafta boyunca davranışlarını gözetliyor çocukların. Kendi oğlunu çok az kayırıyor, o kadar olacak, kadı kızı mı bu. Ahmet, Anne’ye, yaşıtı oğluna ve onun erkek kardeşine baktıkça arasıra annesini hatırlıyor. Sonra hadi yeni öğrendiğin kelimeleri ve Türkçe karşılıklarını üç kere artarda yaz.

Anne, bulgurun, pirincin, şekerin, çayın yerini iyice belletiyor çocuklara. “Bitince telefon edin, biz kasabadan göndeririz, buradan alırsanız kazıklarlar sizi, zaten biz sık sık kontrole geleceğiz.” Anne gidecek, anne gitmesin, her anne bir annedir. Beş gün oluyor Ahmet annesinin sesini duymayalı. İlk hafta bitiyor yeni okulda. Cuma akşamüzeri İstiklâl Marşı ve paydos. Eve geliyor üçü. Ahmet bir bakıyor ki telefon bağlanmış. Sevincini anlatmıyor, yansıtmıyor, bir sakız çıkartmasının arkasına çiziyor, ama defterine yapıştırınca çıkartmanın arkasında kalıyor. Defterde bir araba resmi, minibüsleştiriyor onu, doğrultmacı Yaşar Usta doğrultuyor, boyacı Fatih boyuyor, cuma akşamüzeri kalkacak o araba, her kırkbeşdakikadabir kasabaya, ama bu cuma değil, ilk cuma şehirde kalınacak. Anne öyle diyor, “Bir an önce alışmanız için hemen eve gitmemeniz lazım, yoksa aklınız orada kalır, haftaya gelirsiniz. Artık telefonunuz da var, tabii faturaya dikkat.” Çekiniyor Ahmet, Anne’den, nasılsa pazar günü gidecek deyip iki gün daha sabredeyim diyor.

Cumartesi şehri geziyorlar. Pazar oluyor. Başka da olsa nihayetinde Anne eli değmiş bir kahvaltı ve ardından yine oyun. Küçük çaplı bir su savaşı, hortumlar içine kâğıt sarılarak tüftüf savaşı ve yastık atlatma. Küçük Kardeş de muhteşem üçlüyle birlikte. Derken bir battaniye alıyorlar, bir tarafında Ahmet, diğer tarafında Küçük Kardeş’in ağabeyi, sallıyorlar kardeşi. Ağabeyinin elinde güç kalmayınca battaniye zayıflıyor, kayıyor ve hooop kardeş betona çarpıyor. Ağlamaya başlıyor. Annesi koşup geliyor öbür odadan. Çocuk ağlıyor, ağladıkça ağlıyor. Korkuyor Ahmetler, zahmetler, töhmetler, musibetler. Neyse ki kan yok, kırık çıkık yok, şişme var birazcık alnında. Burnunu çekiyor hâlâ küçük çocuk. Büyük çocukların gözbebekleri dev gibi, suskun, az önce sallanan ufaklık annesinin kucağında, “Ahmet Ağabey düşürdü beni.” Anne ayağa kalkıyor. Kaşlarını çatıyor. “Ahmet! Sen de böyle yaparsan aklımız burada kalır. Bak ben bu akşam gideceğim, siz artık büyümüş, akıllı çocuklarsınız, bu okulu kazandınız, aranızda ayrım kayrım yok. Ben hepinizin annesi sayılırım. Ama sen bu ihmalkârlığı başka günler de yaparsan, oynarken dikkat etmezsen, birinize bir şey olursa bizim aklımız başımızdan gider. Buraya yetişene kadar da olan olur. Hani kızmıyorum ama bir büyük sözü olarak say. Annen olsa o da aynı şeyleri söylerdi.”

Ahmet susuyor; “Haklısınız teyze, daha dikkatli oluruz bundan sonra.” O sırada telefon çalıyor. Teyze, Anne, o kadın işte, açıyor telefonu, “Ahmet, annen arıyor.”

“Alo anne,”

diyecekken sesi boğuluyor, boğazı düğümleniyor, gırtlağı daha büyümeden içine batıyor, bir yumru genzine kaçıyor, burnu yüzü gözü ağzı sızlıyor,

‘Anne, ben iyiyim, çok güzel burası, oyun oynuyoruz arkadaşlarla, okul çok güzel,’ demesi lazım ama

diyemiyor, anne:

“Oğlum,”

o ses var a, o ses dünyadaki bütün zorbaları, bütün nemrutları o an ağlatır, ve zaten kendisi de ağlar.

Hıçkırıklar kopar dünyanın bütün analarının koyunlarında, saçlarının kokularında, ellerinin çizgilerinde, kaynayan tencerelerinin buharlarında.

 * Anadolu Liselerinde okutulan İngilizce hazırlık sınıfı anlamına gelen Preparatory Class’ın kısaltması.

 

 

 

 

 

 

 

Palaz*

Baba, keklik gibi kanadını süzmemiş, murat alıp doyasıya gezmemiş, bu kara yazıyı kendisi yazmamış. Sakalı birikmiş, kara saçlı gözlü kaşlı bir adam. Bıyıklarında bir tutam, dişlerinde hepten sararmalar var. Evinin avlusunda durmuş, sigara üstüne sigara yakıyor gözleri kanlı. Bu ev, bir köşk olsa ne olur, bir gecekondu olsa ne. Baba. İçiyor işte. Demin kameraman, kırmızı ‘malboro’sundan uzattı da geri çevirdi.

Anne, Ölen Oğlunun Fotoğrafı Eline Tutuşturulmuş, Poz Vermesi Beklenen Kadın. Yeni düşmüş, yeni kaşar bir muhabirin ablukası altında. Anne, sersem. İçine düşen kor, kör etmiş. Yanar ha yanar. Yirmi küsur yaşındaki oğlunun gülümseyen tek fotoğrafı o gün için, masrafları haber ekibi tarafından karşılanmak üzere çerçeveletilmiş.

“Başlıyoruz. Konuş teyze!”

Anne, şapşal. Anne anaç bir kuş, karanlıkta.

Orada, geceleri, yüksek şavklı fenerlerle kuş avlarlar narenciye dallarında. Garibin gözüne çakarlar ışığı. Kımıldayamaz çaresiz, kamaşık. Işık. Gözlerini alır. Da geri vermez. Vururlar. Canını da alır.

“Konuş teyze. Oğlunun ne kadar hayat dolu, ne kadar sorunsuz olduğunu anlat. Anlatırken resmi kameraya doğru tut. Gözyaşlarını tutma. Hadi başlıyoruz.”

Konuşamıyor anne. Varını yoğunu giden oğlu almış. Gözlerinin kanlı ferini de şu aletin üstünde yanan ışık.

“Sön”

 * Palaz: Halk dilinde; kış mevsiminde, geceleri narenciye ağaçlarına tüneyen kuşları bir fener ışığı yardımıyla sersemleterek yapılan av.

 

 

 

 

Ağlama Be Delikanlı

 

“İşte geldi anne bir kara tren

İşte geldi anne bir kara sabah”

Çingene Halk Türküsü, Ederlezi Avela

Yaş, onüçü üç ay kadar geçmişken; haftanın başlama günü pazartesi sabahı saat altı sularında, karanlık alacaya değmemişken, bir ana bir oğul dolmuş bekliyordu. Oğul, annesi kendisini uğurladıktan sonra, yalnız başına eve nasıl dönecek diye kaygılanıp, onun koynundan ayrılışının hüznünü bu kaygıyla harmanlıyordu. Yoksa ağlardı, o ağlarsa annesi de ağlardı, ‘ağlarsa anam ağlar’dı. Kadınsa dolmuşun kalkışını beklerdi ağlamak için.

Havada kuvvetli bir ayaz yüzlerine ve ayaklarına vuruyordu. Çocuk, sünnetinde hediye edilen, tüm varı yoğu olan alarmlı saatine (CASIQ) baktı; dolmuşun gelişine beş dakika ve bu hesapla il merkezine yaklaşık bir buçuk saat vardı. Midesi bulanır gibi oldu, yutkundu.

Cuma akşamı, okul çıkışı evci izni alıp ailesinin yanına gelmişti ve iki gün üç gece ne çabuk geçivermişti. Pazar akşamüstü dönerdi normalde yurda, ama o hafta sonu annesi çok ısrar etmişti, “Oğlum sabah gidiver,” diye.

Beşte kalktı kadın, sobayı yaktı, kahvaltı hazırladı, çoraplarını ve yeleğini yatağının başucuna koydu, seslendi oğluna. Kalkmasını istemez gibi, duymasın der gibi usulca seslendi. “Hadi, kalk oğlum.” Kalktı çocuk, “Bismillah,” dedi, üşüdü, yüzünü yıkadı. Kahvaltı yaptılar, üç bardak çay içti, annesi çayı beğenmemiş sanmasın diye bir bardak daha içti. Portakal soymuştu, zorla onu yedi. Yumurta, onu da yedi. Süt de içirdi kadın. “Of anne, yeter,” dememek için zor tuttu kendini.

Babasının yattığı odaya gidip, akşamdan bıraktığı parayı alırken babası uyandı:

“Oğlum benim gelmeme gerek var mı?”

“Yok baba, ben giderim. Ha, baba haftaya veli toplantısı var. Haberin olsun.”

“Tamam oğlum, gelmeye çalışırım. Olmazsa da Mehmet Ali Amca’na söylerim, o gelir.”

“Tamam baba, hadi Allahaısmarladık.”

“Hayırlı yolculuk evlat, derslerine iyi çalış.”

Elini öptü babasının, öpüştüler, koklaştılar.

“Anne, sen de gelme ben kendim giderim. Ne olacak, dolmuşa bineceğim sadece.”

“Olur mu oğlum, ben rahat edemem öyle.”

Yürüdüler on beş dakika. Çevre yolu kenarında garajdan kalkan dolmuşu bekliyorlardı. Uzaktan ışıkları göründü minibüsün. Selektör yaptı, binecek misiniz gibisinden. Önündeki tabelayı kısık gözlerle okuyup hemen el kaldırdılar. Elini öptü annesinin. Sağ yanağından, sol yanağından, alnından öptü annesi.

“Sağlığına dikkat et oğlum, kalkar kalkmaz çoraplarını, yeleğini giy. Yemene içmene dikkat et. Paraya acıma.”

Dolmuştakiler de duydu, utandı çocuk. 

Isınıverdi dolmuşa binince. Annesini düşündü, kesin ağlayacaktı, kesin üşüyecekti, eve varana kadar yolda it kopuğa rastlamasaydı bari. Havanın ağarmaya başladığını görünce rahatladı biraz.

Yazmasının ucuyla gözlerini sildi kadın. Boncuklar ıslandı, yüzüne değdiler usulca.

Uyumaya çalıştı, uyuyamadı çocuk. İki arka koltukta Ece oturuyordu. “Günaydın,” demişti onu görünce, ama sesi çıkmamıştı ki öyle olsun. Ara sıra kafasını kaşır gibi yapıp ona bakmaya çalışıyordu, sonra anlaşılacağından utanıp ilave kaşınma hareketleri yapıyordu, bu defa da kızın, ‘uyuz mu bu çocuk’ diye şüphelenmesi ihtimalini düşünüp pişman oluyordu. Yanı boştu Ece’nin, o da aynı okula gidiyordu. “Kalkıp yanına otursam nasıl olur?” diye düşünürken yolculuğun bir saati geçivermişti. Zaten kızın kulağında da kulaklık vardı.

Burnu ağır bir koku hissetti. Minibüsün kaloriferi motordan gelen sıcak havayı üfledikçe, önündeki köylü adamın sığırların yanından kalkıp gelmişliği anlaşılıyordu. Bu koku elbet çok yabancı bir koku değildi ama sabah sabah çekilmiyordu. Yoksa Ece şüphelenmiş miydi kokunun ondan geldiğine dair? Hay Allah, kız demin ona bakıp yüzünü ekşitmişti. Bundan olmasındı sakın? Düşündükçe midesinin bulantısı da artıyordu. Hava iyice aydınlanmıştı. En iyisi biraz kitap okumaktı belki. Çantasından Lise Üç-Yardımcı Açıklamalı Türk Dili ve Edebiyatı kitabını çıkardı. Geçen sene amcasının oğlundan almıştı. Çevirip çevirip içindeki şiirleri, öyküleri okurdu.

Sayfaları çevirdikçe bulantısı artmıştı. Kapatıp çantasına koydu. Allahtan ilin nüfusu ve rakımı görünmüştü. Onbeş dakika daha dayanması lazımdı ki midesi ağzına geldi. Yumurtanın tadını hissetti, sarısı sütün içinde bir kayıkmış gibi oldu, civciv bol şekerli çayın içinde boğuldu, peynirin üstüne bal döküldü, balın üstüne annesinin saçları bulaştı, onları yer gibi oldu.

Yüzü iyiden iyiye sararmaya başlamıştı. Aklına getirmemeye çalışıyor, yoldan geçen evlere bakıyordu. Evet, az kalmıştı ama şu amcanın kokusu çok fenaydı. Amcanın kasketinin altında soyulmuş bir portakal olduğunu ve giderek portakalın suyunun adamın saçlarından yüzüne aktığını düşündü. Dayanamayacaktı. Ama yurda daha vardı, o kadar yol yürünmezdi o çantayla, okula da geç kalırdı, hem, Ece. Ece vardı.

Poşet aradı çantasında, yoksa çantaya mı? Ama kitaplar. Ayağa kalktı, çantasını aldı. “Abi, duru…” cümlesini tamamlayamadan, kapıyı açamadan minibüsün girişine döktü içini. Cebinden güç bela para çıkarıp uzattı şoföre. Kapıyı açıp indi ağlayarak. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı bile. Dolmuştaki kokulu amca yerdeki birikintiye bakarak, “Ulan kerata, sabah sabah portakalı rüyanda mı gördün de yedin?” dedi çocuk inerken.

Dolmuş hareket etti tekrar. Şoför homurdandı arabası kirlendiği için.

Çocuk, biraz ilerde bir apartmanın önünde çiçekleri sulayan kapıcıdan hortumu istedi, elini yüzünü yıkadı hıçkırıklarla.

“Ağlama be delikanlı,” dedi kapıcı, “ağlama.”

O Eskidendi

 

“Bir dâme düşürdü ki beni baht-ı siyahım

Vallahi bu sevdada benim yoktur günahım”

Hacı Faik Bey’e ait Rast eser

 

Fabrikanın misafirhanesinde kalacaktım. Hangi fabrika, neresi, sen ne iş yapıyorsun diye sormak yok. Olay başlıyor işte bir yerden, bu yerden. Tek kişilik bir odaya yerleştirildim. Misafirhane sorumlusundan müstakbel odamın anahtarını aldığımda çok heyecanlıydım. Beni nasıl bir yere uygun gördüklerini pek merak ediyordum. Bir görevli sağ olsun odamın kapısına kadar eşlik etti.

Misafirhane, fabrika sınırları içerisindeydi, üç dakikalık bir yürüme mesafesi vardı üretim tesisine. Apartmandan içeri girdiğimde eski tip bir kapıyla karşılaştım, kalitesiz suntadan mamul ve her iki tarafında kol bulunanlardan. Şimdi apartmanlarımızda böyle kapılar pek bulunmuyor, dışında kolu yok kapılarımızın, belki bir tokmak. Tek kollu kapılarımız, çelik, güvenli kapılarımız. Dışarıya tamamen kapalıyız. Bu eski tip kapıyı görünce odanın içi hakkındaki umutlarım zayıflamıştı ve anahtarı kapıyı açma yönünde çevirdim. ‘Başka ne yönde çevirecektin ki,’ demeyin şimdi, yüzgöz olmayalım, ters adamım ben.

Çevirdim işte, ve, ‘umutlarım gördüğüm manzarayla tekrar bulutlara çıktı,’ dersem abartmış olurum, fakat yine de mütevazı kapısına göre gayet gayetli bir odayla karşılaştım. Küçük valizimi hemen yere bıraktım. Nostalji olsun diye senelerdir şu Yeşilçam filmlerinde gördüğünüz tahta valizlerden taşıyorum ben, pek bir ağır oluyorlar, ama dedem var onların içinde, Kore’den çakısı ve madalyası gelen dedem. Durun da ben bi içimden NATO’ya, Amerika’ya, zamanın hükümetine falan küfredem.

Etrafa göz gezdirdim hemen, okuma hastalığım vardır bir de, ne görsem okumaya kalkarım ve okuduklarım da doğrudan akıl defterime yazılır, şimdi bir açıp baksak neler vardır neler, daha geçen gün şu Kibar Feyzo filminde gördüğüm tuvalet kapısında yazan ‘agaya beleς’ yazısını sildim.

Kapıdan girdiğimde tüm hareket alanım görüş mesafesi içindeydi. Yirmi-yirmibeş metrekare genişliğe sahip, içi bana ve geçmişime göre lüks denilebilecek eşyalarla süslenmiş bir oda. Kapısı açık olan bütünleşik banyo-tuvalete girdim. Bütünleşik, evet, üniversiteye gelene kadar aynı odada bulunan banyo ve tuvalet görmemiştim ben, ayrıydı, zinhar yasaktı yıkandığın yerde abdest bozmak, öyle alıştık. Sonra İstanbul’a bir geldim, bir de baktım ki ayrı banyo ve tuvalet yok. Ve hayatta tek dileğim banyosu ve tuvaleti ayrı bir eve sahip olmak -nereye sahip oluyorsun, kiralamak- oldu, şimdi pek mesudum. Güzeldi banyo-tuvalet. Televizyon da vardı odada. Tek kişilik bir yatak, aynalı bir masa -demirbaşlar listesine baktığımda bunun makyaj masası vasfıyla orada öylece ikamet ettiğini öğrendim ve müşerref oldum-. Halı yoktu yerde, halısız bir oda düşünemezdim ben, ama dur bakalım, bir düşünelim. Yatağın başucunda bir lamba. Küçük bir yemek masası ve sandalyesi. Mini buzdolabı. Elbise dolabı. Bu kadar geniş/dar bir odaya bunların hepsi muntazaman yerleştirilmişti. Ve ben bu lüksü garipsemiştim. Ha bir de amerikan mutfak. İki bardak, iki çay kaşığı, hazır kahve ve çay poşetleri, poşet çayları.

Uydu alıcısına sahip televizyonu açtım. İtalyan ekolüyle donanmış kanalları gezdikten sonra kendi zevkime uygun bir radyo istasyonunda karar kıldım. O günden sonra o kanalın değişmeyeceğine adım gibi emindim. Elimde olsa ve bana kalsa bütün elektrikli eşyaları müzik çalar ilaveli üretirdim.

Müzik eşliğinde giysilerimi, kitaplarımı ve kişisel temizlik malzemelerimi -umumi olacak hâli yoktu ya, tabii ki kişisel, hey Allah’ım ya, adama bak çay demle- yerleştirdim. Her şeyi akıl etmiştim de terlik almamıştım yanıma ve odaya da bırakılmamıştı, bıraksalar da kullanmazdım zaten mantar vesaire korkusundan. Anlaşılan oydu ki ayakkabılarıma terlik amaçlı iş gördürecektim, halı da yoktu. Ayakkabılarımın arkasına basarak tuvalete yürüdüm. Ve şu yukarıda gördüğünüz manyak adam birden değişti. Ayakkabılarımın arkasına bastığımda oldu ne olduysa.

Veli oldum.

***

Köye döndüm. İlkokuldan sonra babasının okuldan aldığı, ama aslında zehir gibi olan ve bu zehrini Milas Sanayi Sitesi’nde Pirol-Mak. Ltd. Şti.’de kamyon tamirciliği yaparak akıtacak olan Veli oldum. Ben artık geleceğini kamyon tamirciliği ve kaynakçılıktan kazanacak bir çocuktum. Onüç yaşında babam öldü. Sessiz sedasız büyürken, Müslüm Gürses dinleyip ahırda anamdan gizli gizli sigara içer oldum. Ben ondört ve kendisi yirmi yaşındayken ablamı evlendirdik, biraz da amcamların ısrarıyla. Henüz küçük sayılırdım ve anam da genç bir yaşta dul kalmıştı, ablam büyümüş serpilmiş bir genç kızdı ve evde iki tane kadın öyle erkeksiz durursa laf olurdu. Bereket ki eniştem iyi bir adam çıktı, sadece biraz asabiydi. Onbeş yaşına geldim ve eniştem istersem ortaokula göndermeyi teklif etti. Yaşım geçmişti, kabul etmedim. Zaten sanayiye de ısınmıştım, birikimimi bulmaca çözerek, harita üzerindeki illerin ve ilçelerin yerlerini ezberleyerek ve illerin plaka numaralarını eksiksiz bilerek arttırıyordum. Bir yandan da büyüyordum. Eniştem sattığı arabasının teybini bana verdi sağ olsun ve haftalıklarımı kasete yatırmaya iyice alıştım. Sonra bir erkek yeğenim ve iki yıl ardından da kız yeğenim oldu. Onlara oyuncak almak için de para biriktiriyordum bir yandan. Ablamlar ilçeye taşındı ve köyde anamla yalnız kaldık. Babam tüm bağımızı bahçemizi şarap şişelerinde eritmişti. Anam da ben de çalışmak zorundaydık. Anam hep derdi, “Bari şuradaki tarlayı satmayaydı da gündeliğe elin bahçelerine gideceğime kendi bahçemi işleyeydim,” diye. Yine de babamın ardından kötü laf ettiğini duymadım. ‘Boyu bosu devrilesice’ demek için de çok geçti, babam ölmüştü.

Hiçibirimiz ağlamadık öldüğünde. Kurtulmuştu çünkü. Su boylarında sızıp kalamazdı artık, tabakhanede zabıtalar tarafından sopalanamazdı. Eve geldiğinde anamın onun için hazırladığı sofrayı sırf tuzu koymayı unuttu diye tekmelemeyecekti, geceleri öksürükleriyle bizi uyandıramayacaktı. Babamdı, biricik oğluydum, gözünün bebeğiydim ama ağlamadım, ağlayamadım, mezarına da gidemiyorum şimdi bayramlarda, belki ilerde şatafatlı bir mezar taşı yaptırırım diye de düşünmüyorum, o sevmez öyle gösterişi. Uyusun…

Büyüdükçe güzelleşiyordum, ben demedim, kızlar diyordu. Hatta ahırda o kızlarla beraber büyüyorduk ama öylesineydi, çünkü şarkılardaydı aşkım. Müslüm Gürses’de, Ferdi Tayfur’daydı. Derken askere gitme yaşım geldi, yoklamayı yaptırıp yollandım. Ardımdan gereksiz gereksiz insanlar ağladı, sırf babasız uğurlandım diye. Yeğenim biraz büyümüştü ve anamın yanına onu koydular ben gelene kadar yoldaş olsun diye. Bizim yeğen de pek tatlıydı maşallah, uslu çocuktu. ‘Dayı’ dedi mi içim giderdi. Sapan yapmayı, fak kurmayı, kuş avlamayı öğrettim ona. Topa iyi vurmayı da. Askere gitmeden bir çift krampon alıverdim. Ne köyde ne ilçede yoktu öylesi, askerden izne geldiğimde bir tane de Mikasa top. Hatta üzerine bir de Metin Oktay’ın imzasını çektim, inandı ve çok sevindi velet. Atladı boynuma garip. Para olsa ben onu ne maçlara götürür, ne çarpışan arabalara bindirirdim. Askerliğim İstanbul’a çıktı, Hasdal Kışlası. Küçük amcam geldi bir kere ziyaretime. Anama mektup yollardım, bizim ufaklık da cevap yazardı bana. Geçti gitti yirmidört ay.

Döndüğümde eski işime tekrar başladım. Artık kalfaydım. Akşamları köy kahvehanesine takılıyordum. Orda gördüklerimden alıştım ayakkabılarımın arkasına basmaya. Yeğenim söyledi de siz meğer ‘kıro’ diyormuşsunuz bizlere, ama napalım alıştık bir kere. Sonra komşulardan birinin düğününde, bir akşam bir kıza tutuldum. Esmer, ufacık, kedi gibi bir şeydi. Bir baktım, bir daha baktım, o da bana baktı. Bakışlarımız dolandı, karıştık. Haber saldım amcamın kızı Meral’le. Ardından buluştuk mezarlığın arkasında. Aklıma babam geldi ama o uyusundu. Elini tuttum. Alnından öptüm. O da beni öptü. Saçından kesmiş bir tutam. Bir zarf içinde verdi. Günlerce kokladım. Laf aramızda hâlâ burnumdadır kokusu. En sonunda enişteme söyledim, “Ben bu kızı alacağım,” dedim. Sordular, soruşturdular, kız iyiymiş -sanki iyi olmasa bana ne, alacağım işte-, ailesi de iyiymiş. Bir gün eniştem, ablam, amcam ve yengem istemeye gittiler. Eniştem de amcam da memur adamlar, ikisini de iyi insan olarak tanırlar ilçede, gelgelelim vermemişler Nurgül’ü. Doğrudürüst işim yokmuş, evim viranmış, arabam yokmuş, köyde yaşıyormuşum, onların köye verecek kızları yokmuş sanki kendileri il merkezinde oturuyorlarmış gibi. Anası çok çekmiş fukaralıktan, kızına da çektirmeye hiç niyeti yokmuş. İki çıplak bir hamamda oynamazmış. Zamanında babam alkolikmiş, ben de ona çekermişim. Allem etmişler kallem etmişler bizimkiler, cadı karıyı ikna edememişler. Kız da dil dökmüş, yalvarmış yakarmış, Nuh demiş peygamber dememiş illet.

Sonra da alelacele ilçede, tapuda memurluk yapan adamın birine nişanladılar. Ama ben kafaya koymuştum, niyeti bozmuştum, bana gönlü vardı ve kaçıracaktım. Konuştuk gizlice,  kaçacaktı. Enişteme danışmazsam olmazdı ve eniştem razı gelmedi. Nurgül’ün yaşı daha onyediydi ve kaçırırsam beni hapse atarlardı. Ben ona da razıydım ama ikna edemedim ablamları. Hapislerde çürürmüşüm, iş bulamazmışım bir daha. Gözümün önünde evlendi gitti. Ağladı gitti. Bana da iki çift laf etti, “Yüreksizsin sen,” diye. Dükkânda gözüme kaynak gözlüklerini takıp günlerce ağladım, enişteme küfrettim, eve geldim ahırda ağladım. Anam kahroldu da tek laf etmedi. Sonra biraz para biriktirip bir motosiklet aldım ikinci el. Arkasına da bir levha kaynakladım: O Eskidendi. Sürdüm motoru ‘kavak’ın altına. En son bir şarap şişesiyle konuşurken hatırlıyorum kendimi. Dengemi kaybedip su arkına düştüğümde oldu ne olduysa.

Babam oldum.

***

Kırk yaşında, size bir kavak ağacının gölgesinden elinde şarap şişesiyle seslenen bir Sarı Mustafa’yım ben. Çakır gözlü Sarı Mustafa. Gençliğimde, sizin zamanınızla bindokuzyüz ellilere rastlar, hiç görmediğim bir kızla evlendirdiler beni. Hâlimiz vaktimiz yerindeydi. Adı Elmas’tı, sevemedim adını. İlk gördüğümde zifaf gecemizde, duvağını kaldırdım, yüzünü açtım, ağlıyordu. “Gül,” dedim, “Güler,” dedim. Adı Güler olmalıydı, güldüğünde olacaktı her şey, gülecekti her şey. Ama. Gülmüyordu. Ben ki köyün başında göründü mü kızların camlara, tül perde arkalarına uçuştuğu, sesi ta ‘kavak’tan köye yayılan, içti mi iki büyük rakıyı bayıltan Sarı Mustafa. Dizini yere vurdu mu efelere rahmet okutan, baktı mı mavi güneşler açtıran çakır gözlü Mustafa… Gülmüyordu Güler. Yemek, çoluk, çocuk, aş, para, her şey oluyordu ama o bakmıyordu yüzüme.

Zamanında büyük halam beni ilçe belediyesine sokayım diye çok uğraştı, kafam çalışırdı. Ailenin en büyük çocuğuydum. Babam ben ondokuz yaşındayken ölmüştü, rahmetli anacığım biz dört erkek kardeşi büyütecek güçte takatte değildi. En büyüğü bile benden on yaş küçük olan kardeşlerimi okuttum. Bağa bahçeye sebzeler dokudum ama ben emir altında çalışacak adam değildim. Girmedim belediyeye, tarla bahçe bize yeter diye. Ama Güler’e yetmiyordum ben. Gülmüyordu.

Salı günleri pazara satmaya zerzevat götürmeye gittiğimde iyi para geçiyordu elime. Yan sergide pazarcılık yapan ‘Şeytan Kadir’le akşamları ‘tabakhane’ye takılmaya başladık. Her salı iyice içiyorduk ve Güler bana gülmüyordu. Salıdan salıya derken köyde Kadir’in arkadaşı Muhammet’in at arabasıyla ilçeye inip akşamcılığa başladık. ‘Tek tek’ falan derken, o bana gülmezken, içmeye başladım iyiden iyiye. İçtikçe kahrım bir azalıyor bir artıyordu. İçiyordum, artıyordu, eksiliyordum. Derken bağı bahçeyi unuttum, evi barkı, evlâdü ıyali unuttum. Karıyı kızanı döver oldum, ağlamıyordu, gülmüyordu. İzmir’e kaldırdılar bir kere hastaneye. “İçme,” dedi doktor, “Gülmüyor,” dedim. Sigaramı da eksik etmedim. Su kenarlarından topladı beni kardeşlerim, koca yaşımda halamdan tokat yedim, yetmedi hiçbir şey.

Bir kere daha götürdüler hastaneye, ciğerde leke oluşmuş, su topluyormuş. Bahçeye vereyim dedim kendimi, pazara gitmedim bir süre ilçeye. Türküler okuyayım da düzeleyim dedim. Çapayı vurdukça, toprağı belledikçe, güneşe çattıkça kendime gelirim dedim. Ama gülmedi. Bir gün yüzünü ben mi göstermedim, o mu, kim göstermedi? Çocuklarım da uzaklaşır oldular benden. Kızım büyüyüverdi çabuktan. Dayanamadım, yürüdüm ‘kavak’a. Suyun başına oturdum, içmeye başladım. Günlerce içtim, aylarca içtim. Dere şarap akar oldu, ben dereye akar oldum. Bir gün kızımı istemeye geldiler, meğer küçük kardeşim demiş, “Bu adam ölecek, ölmeden kızının mürüvvetini görsün bari.” Damat memurdu, evi de vardı. “Olur,” dedim, “kızı verelim.” Nişanladık, ahırda ağladım günlerce. Gülmedi yine.

Bir gün şarabım toprağa döküldü. Toprağa karıştı. Toprak çağırdı. Ben oldum.

***

Ben öldüm…

 

 

 

 

 

Arka Sokaktaki Melek

 

melek’e 

 Erkek, bir zamanlar hayatına kendi isteğiyle girmiş ve yine öylece çıkıvermiş bir sevdik tarafından Tüy Hafifliğindeki Sarı Işık gibi bir şey olarak tasvir edilmişti. Kendisi de uygun buldu bu benzetmeyi; bu cümle bozuntusu kimde ne gibi çağrışımlar uyandırır bilinmez ama o kendi çağırdıklarını kendi benliğinde biriktirip kumbaraya attı.

Kadın, genç daha. Bir kişi, hiç bilinmeyen bir uzak ülkeye sürgüne gönderilse, hayatını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyacağı iki şey bu kadının önce gülümseyişi sonra gülüşü olurdu, başka nimete ne hacet. Ona da dış kapının mandalı anlatıcı tarafından gereksiz de olsa Mor Gözaltlı Tomurcuk Halli Çiçek benzetmesi yapıldı.

İkisi Arka Sokak’ta karşıladılar birbirlerini birbirlerinden habersiz. Yaz akşamı. Melankoliklerin; an’ ve al’koliklerin; duruşuyla, uzaktan kaybeden olarak gösterilen ve bunu kendine yedirebilenlerin uğrak yeri olan, sokağa sarkan bir barda. Kendileri gibi olan müzikler eşliğinde farklı masalara gayriihtiyarî birbirlerine bakar şekilde oturdular. Henüz bakmadılar. Oturur oturmaz kendilerini etraftan yalıttılar.

Kadın’ın gözü sağ tarafında alabildiğine uzanan duvara kaydı. Duvarda kocaman puntolarla, kimi devrik kimi düz, özensiz harflerle ‘Aşk Köpeklik Değildir’ yazıyordu. Anlatıcı biliyor; yazı, aşkın köpeklik olmadığını ancak yazarak kanıtlayabileceğini düşünen bir âşığın sol kolundan akıttığı kanıyla yazılmıştı. Gözü bir süre daha takılı kaldı. Erkek o sırada kadını gördü, kadına baktı, kadının baktığı yere baktı. Yazıyı o da gördü. Yazının hemen üstünde, ancak duvarlara tedirginlikle yazılar yazanların ayrıntılayabileceği küçücük bir ‘melek’ resmi vardı. Kadının yüzüne baktı. Meleğe baktı. Aynı mıydı, neydi? Pek çekici buldu. Kendisine bakmasını keşke’ledi. Hayale atladı. ‘Birbirlerine dönüp kendi dillerini yaratsalar ya şimdi. El kol hareketleriyle veya sözcüklerle değil de yüz ifadeleriyle örülü bir dil. Kendi kaybedenliklerini koruyabilecekleri bir dil. Bütün sıkı ilişkilerin azınlık olduğu, sırtlarını dışarıya bir güzel dönmüş iki insanın bulunduğu bir toplumda azınlık kültürünü korumaya yönelik bir dil.’*

Hayali, müziğin sesinin birden yükselmesiyle duvara çarptı. Kadın hâlâ duvara karşı, etrafına duvar bakışlıydı. ‘Aşk Köpeklik Değildir’e bakarken bunun böyle olup olmadığını düşünmüyordu. Aşk var mıydı ki ona atfen türetilecek başka bir olguya kafa yorsun. Aşkı tarif etti kendine; onun için aşk, Çingeneler Zamanı filmini izleyip ağlayan, ağladığını saklamayan adamın –ıslak- elleriyle gözlerinde duruyordu. Öyle bir adam vardı var olmasına da nasıl bulacaktı? Etrafına bakınsa fark edebilir miydi diyalogsuz veya soyut diyaloglarla?

Herkesi süzerekten göz gezdirdi çevredekilere –Erkek, o sırada meleğe dalmıştı ve onu kanatlandırmakla meşguldü-. Umudunu içkisinin son yudumuyla ıslattı, parçaladı. Yutkundu. Usulca kalktı yerinden. Tüy Hafifliğindeki Sarı Işık’ı söndürdü.

Melek de tam bu sırada gözden kayboldu.

 * Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz (İletişim Yay., 2004) adlı kitabından (sf. 63) ilham alınmıştır.

M. yöresinde deniz otlarından ve kabuklarından elde edilen İsmiLazımDeğil kişi mizacı; safra, muhat (balgam), kan (dem) ve sevdadan üretilip, yurt odalarında ve nemli binalarda eskitilmiştir. Alkole batırıp duman altında saklayınız.

                                                                                                                                                                            Suyuk

 Sulu Sepken

Şimdi hatırlıyorum da, ağlamaktan gözlerim şişmiş miydi acaba? Fark etmişler miydi ağladığımı, fark edip sana söylemişler miydi; Rıza çok kötüydü dün akşam, hastaneye kaldırdık, diye. Acımış mıydın bana? Sarhoştum… hatırlamıyorum.

            Kanunî Rıza Paşa, çıktığı Ankara seferinden büyük kayıp ve yenilgiyle döndü sayın edebiyat tarihi öğrencileri. Kendi kendine koyduğu, kafasında hepsinin kellesi başına birer ampul yaktığı, beraber yatıp kalktığı ancak kimsenin oralı bile olmadığı şifahî maddelerden mürekkep kanunlarıyla İstanbul’dan Ankara’ya dostlarını ziyarete çıkmıştı.

Orada, kahpe Bizans asıllı olduğunu sonradan keşfettiği bir kadınla tanıştı. Tabii bu gönülçelene karşı ne kanun kaldı ne hesap kitap; defteri dürüldü, o kış ortasında yegâne ısıtıcısı olan ciğeri söküldü bu devletlere ibret olacak güzel tarafından. Ardından da sadece şuh bir kahkaha bırakmasın mı! İstanbul’a geri dönüş için yeterli cesareti topladıktan sonra, bıraktığı şehrin Yıldırım Beyazıt’tan bu yana gelen lanetinin kendisini de vurduğunu düşündü trende, rakının yaverliğinde. Ha Timurlenk, ha ÇileOPapatya.

Döndüğünde de tabiat kanunları yakasına yapıştı Paşa’nın. Sabaha karşı trenden indiğinde şehir acayip yağmurduyordu. Rumeli Ovası sise gömülmüş, yağmurun yansımalarıyla aydınlanmaya çalışıyordu. Bu yoğun yağmuru, Bolu Dağı’nın zirvesine astığını sanarak geçici bir rahatlık yaşadığı ve fakat aslında başkentten bu yana onu takip eden terk edilmişlik yumağına yordu. Buna benzer, ha bire bir şeyleri bir şeylere yorar, oralardan kendine yeni yeni kanunlar ve kararlar tasarlar, kafasında ölçüp biçip, nice faniyi hayalgücünün darağacında asardı. Yorduğu şeylerle en çok da kendini yorardı ya, doğası böyleydi Paşa’nın.

Yağmurdan ve yakasını bir türlü bırakmayan terk edilmişlik yumağından kaçmak için bir an önce son kattaki dairesine sığınmak istiyordu. Ev arkadaşını uyandırmamak için kapıyı sessizce açtı ve odasına girdi. Işığı açtığında, dışarıdaki yağmurun yoğunluğu çok azalmış bir biçimde, adeta bir piyangonun teselli ikramiyesiymişçesine odasında da yağdığını fark etti. Ne var ki; ev arkadaşı bu durumu daha önce keşfetmiş olduğundan, pencere kenarındaki yatağının üzerine saray mutfağından geniş tencereler siper etmişti; kornişlerden damla damla mermi yağıyordu… Paşa duraksadı, bütün çağların kızgın adamlarının diline doladığı sunturlu birkaç küfür savurdu. “Fesuphanallah,” buyurmayı ihmal etmedi cümlenin sonunda… Yıldırım’ın gözyaşlarıydı bunlar, kesin… bırakmamıştı işte peşini… Morali bozuldu, hanedanın tek üyesi olduğundan ve hemen yan odada kıçını devirip yatmış, atları otlatırken bir ağacın altında uyuyakalmış seyis gibi horuldayan ev arkadaşından ne köy olurdu ne kasaba, ne sadrazam ne veziriazam.

Yalnız kalmak istemedi, sabah sabah uykusu da kaçmıştı, en iyisi milattan beri arkadaşı olan Hüseyin’e gitmekti; komşu komşunun bazen kahvaltısına da muhtaç olabilirdi. İki sokak yürüyüp zili çaldı. Paşa’nın yaveri Hüseyin’in gözlerinden biri açılmış diğeri de açılmak üzereydi kapıyı açtığında. “Hayırdır lan!” dedi. Paşa, bu kaba karşılamaya karşın istifini bozmadı; bozgun yemiş, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş olsa dahi, o hâlâ Kanunî Rıza Paşa’ydı.

Hiç konuşmadan içeri girdi. Hüseyin tuvalete gittiği sırada müstakbel zevcesi uyanıp, “Kimmiş o hayatım?” diye seslendi: “Rıza’ymış canım.” Hemen kalktı Feride Hatun. Günaydın bile demeden, “Rıza, ayrılmışsınız?” dedi. Şaşırdı Paşa, ne çabuk ulaştırmışlardı güvercinler haberi. İçindeki ateşi harladı, dumanıyla okkalı bir küfür daha gönderdi Ankara’nın burçlarına. “Öyle oldu,” dedi.

Kahvaltıda ayrıntıları anlattı. Başlangıçta birer tırtılken Susam Sultan’ı coşturan; ve Paşa’nın bütün temkinliliğini, kanunu, dinini kitabını alaşağı eden, sonsuz biat etmiş bir yeniçeri ordusuna benzeyen aşk böcüklerinin, birden nasıl olup da Sultan’ın midesinde semirerek, rengarenk kelebeklere değil de, isyan eden hamamböceklerine dönüştüğünü anlayamadığını ve sonunda zaten elinde zar zor tuttuğu kara parçalarını da orada bıraktığını anlattı… Doğanın rutubet teorisi gözlerine hükmetti Paşa’nın…

Hüseyin ve Feride, Rıza’yı yalnız bırakmanın sakıncalı olacağını düşündüklerinden o akşam onlarda kalmasını istediler. Biraz rahatlar diye de iki bira içirdiler. Eve gitmeye kararlıydı Paşa, dediği de dedikti ayrıca. Zaten kafasına yağan sazlı sözlü sağanaklar, eve gidip iki bira daha içerek rahat bir uyku çekmesini, ertesi gün de elinde kalan son sokakları saymasını emretmişti. Susam Sultan bütün sokaklarını dolaşmış olsaydı, onu terk edemezdi.

Hüseyinlerden kalkıp evine vardığında, tam şehrin anahtarını yerleştirmişti ki kapının altından sular aktığını fark etti. Yooo, bu kadar rutubet fazlaydı; sarayın çatısı uçmuştu da yağmur içeri mi yağmıştı tümden, yoksa içindeki iki bira hacminden ibaret olan sarhoş deniz, Paşa’nın sultankayığını bu şiddette sanrıya yol açacak kadar mı dalgalandırıyordu… Anahtarı çevirdi, sağ ayağı bir su birikintisine doğru gömüldü, sonra da diğeri… Işığı açtı. Sarayı su basmıştı ve hamam-ı hümayundan gelen su sesleri her yerde yankılanıyordu. İki ayağında on balık büyüdü banyoya gidip, kim bilir ne zamandır açık olan musluğu kapatana kadar… Hemen ev arkadaşını aradı, söylediğine göre gündüz sular kesikti ve dışarıda yağan yağmura nispet yaparcasına ikisinin de beyninde şimşekler çaktı; telefon dalgalarıyla, Rıza’dan ev arkadaşına, Rıza’dan ev arkadaşına, küfürler iletildi… “Çabuk buraya gel.”

Hayatın böyle dramatik bir olayı bu kadar sulandırması çok ilginçti.

O sırada önünden bir terlik geçti gitti Paşa’nın, kayık misali. Bunu Susam Sultan hediye etmişti ayacıkları üşümesin diye. Duygulandı… Biraz vakit olsa, üzerine sövgülerini yazdığı bir kâğıttan yapacağı gemiyi, sarayın içinden geçen nehre bırakıp, ‘şu terliği takip et’ der miydi, veya bu da durumun vahametine bir olta mı sallardı, bilemiyordu.

Birkaç dakikaya geldi ev arkadaşı. Sular kesikken musluğu açık bırakmıştı ve olan olmuştu. Suyu kovalarla camdan beş kat aşağı dökerek tahliye ettiler. Hüseyinlere gitti o gece Rıza. Ev arkadaşı da sevgilisine.

Anlaşılmıştı… Fetret Devri kaçınılmazdı; tebdil-i mekân ilk umuttu.

Ertesi gün, sular çekilince başka bir eve çıkmaya karar verdiler.

Kanunlarıyla birlikte çeşitli ritüelleri vardı Paşa’nın, taşınırken olduğu gibi. Müzik açtı, birkaç bira aldı eşyalarını kolilerken. Ev arkadaşı işten gelene kadar sakin sakin yapacaktı bu işi. Her ganimette gözleri doldu, birer yudum aldı, şarkılar dalga dalga yayıldı. Yardıma gelecek olan Reşat’a telefonda şarap ısmarladı. Hüseyin de çıktı geldi birkaç birayla. Herkes bir tarafını işgal etti sarayın. Saray orkestrası yârin bu kadar cevri gelir miydi hayale diye inlerken… Koliler, bantlar, çuvallar, battal boy çöp poşetleri. Bir taraftan da alkoller. Kafayı buldu Paşa. Fena buldu hem de…

En son gömme dolabın içindeki giysileri katlarken görülmüştü, sonra da dolabın içinden yükselen hıçkırık sesleri, yüreğim kanıyor. Tuzlu sular, yağmur suları, biralar, şaraplar, kanlar, bütün salgılar*, hepsi birbirine karıştı.

“Paşa Çıplak!” diye bağırdı sırılsıklam muzip bir tahtakurusu.

Tebâ el koymadı duruma, sustular, üzüldüler. Ev toplandı o gömülmüş hıçkırırken. Gece oldu. Evi o halde bırakıp ertesi gün gelerek boşaltma kararı aldılar. Rıza’yı hiç, bu kadar (parantez içinde) görmemişlerdi… çıkardılar… kendi aralarında konuşup en yakın ev olan Hüseyinlerinkine götürülmesinde sözleştiler.

Gidemedi oraya kadar bile. Gözlerini kapayamadı. Daha da ağlayamadı. İçinden hiçbir şey çıkaramadı Rıza. Birikti, birikti, birikti…

“Alkol koması,” dedi başmabeyinci.

Sabaha karşı serum yarılanmıştı ki kendine geldi Kanunî Rıza Paşa.

Nöbet değiştiren hemşirelerden biri sordu Hüseyin’e, “Ne oldu arkadaşınıza?” “Şarapla birayı karıştırdı da ondan oldu herhalde.”

“Biz de karıştırıyoruz ama bize bir şey olmuyor,” dedi kötü kalpli cadı.

Oysa, altı üstü ormanda yediği elmadan zehirlenmişti Kurbağa Prens.

* * *

“Ananne, ben Fetret Devri’nden çıkana kadar bana ‘Paşam’ deme, olur mu?”

“O ne ki oğlum?”

  * Ahlât-ı erbaa.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ay Taşları

            Yirmidokuz yaşında bir çocuk, Benim Adım Sarı, çocukluğunu hatırladı.

            Yaz tatillerinde köyde yalnız yaşayan anneannesinin yanında kaldığı zamanlarda, Salı günleri kurulan kasaba pazarı köyden çıkabilmek için tek şanstı. Sabah erkende köyden bir pikap kalkar, köyün sebze meyve satan kadınlarını kasasına doldururdu. Benim Adım Sarı, anneanne kontenjanından kasanın köşesinde bir yer bulurdu. Pazarda sebze satarken hesaplarına yardım ederdi. Onlar bağırmazdı. “Geel, marula gel.” “Rokanın iyisi burdaaa.” “Maydanozun bağı beş lira abla.” “Eniştem rakı bile içer bununla.” Beklerlerdi, isteyen alırdı.

            Benim Adım Sarı, şimdi evli barklı bir adam oldu ve pazara gidiyor elinde filesiyle ev ihtiyacını görmek için. Başörtülü, geniş pazen donlu kadınlar, simitçiler, ellerinde sülük dolu rakı şişelerini birbirine vurarak dikkat çekmeye çalışan sülükçüler, limonatacılar, aynı mıydı her şey?

            Anneannesi geldi tekrar aklına. Eskiden teneke bir levhaya yazılı adının bulunduğu sergisinde şimdi başka bir isimle, başka bir levha kaynaklıydı. O eski küflü levha, çatıdaki küçük depoda, dedesinin boş şarap şişelerinin yanında duruyor şimdi… Bu hatırayı hatırlamak istemedi ve kulaklarından tuttuğu gibi aya gönderdi. Elbette aya ayak basan ilk hatırası bu değildi…

            Sonra, anneannesinden para alıp bir çırpıda, onun deyimiyle armut boynu önde, çırpı bacaklarıyla eczaneye koştuğunu hatırladı.

            “Hayırlı işler amca, serum lastiği var mı?”

            “Var evlat, ne kadar?”

            “Bir metresi kaç para?”

            “Yüz lira.”

            “O zaman yarım metre olsun.”

            “Buyur.”

            “Sağ ol amca.”

            Zeytin ağacının gözüne kestirdiği, uygun bir dalından koparır ve onu Y harfi şekline yontarak çatal yapardı. İki ucuna serum lastiğini koluyla orantılı olacak biçimde bağlar ve tam birleşim yerine de bir deri eklerdi. Harika bir ‘sappan’ olurdu. Sağlam, attığını vurması umulan cinsten. Şambrelden veya inşaat eldiveninden yapılanlara benzemezdi, en kalitelisiydi. Güneşte kalmadığı sürece iki hafta kesin idare ederdi. İki haftada elli lirayı zaten tekrar biriktirirdi. Yerden küçük ve şekli yuvarlağa en yakın taşları toplar, cebine doldurur, bir ağacın altına otururdu. Acımak diye bir şey yoktu, garipti yani. Tabiatın kanunuydu o zamanlar insanın hayvanı yemesi, kullanması. Hem, avcılık diye bir müessese vardı. Hatta bazı kaynaklarda spor olarak bile geçiyordu. Hayvanların canı da yoktu, öyle denirdi, onlar hissetmezlerdi. Sadece öldürürken, “Bismillah,” demezsen mundar olurdu, yenmezdi. Bereket ki iyi nişancı değildi, zaten kuş yere düştüğünde içini bir burukluk kaplardı. Eline aldığında sıcacık olurdu, bazen ölmemiş olurdu, fena olurdu.

            Alışverişini tamamladı. Karısının eline tutuşturduğu listeye tekrar göz attı eksik gedik var mı diye. Sülükçülere baktı, oldu olası korkardı o rakı şişelerinin içindeki sülüklerden. İnsan nasıl olurdu da o hayvanı bacağına koyup kanını emmesine izin verirdi? Toplumdaki kan emicilere olan müsamaha da buradan mı geliyordu yoksa? ‘Yok, yok, daha neler’di. Zaten artık rakı şişelerine su doldurmak bile mümkün değildi. Güvenli kapakları vardı onların… Toplumdaki güvenilmezliğe atlamaya kalktı ama vazgeçti. Yıpranmışlıktı üstündeki. Zaten anneannesi de…

            Neyse, ayda şimdi o, bak gülümsüyor…

            Bir yaymacı sergisinin önünden geçerken tişörtünün üstüne sütyen takmış iç çamaşırı satıcısını görünce gülümsedi. Adam bağırıyordu, “Sibel Can da Hülya Avşar da bizden giyiniyor ablalar, koşun, yağma var.”

            Fileleri arabasının bagajına koydu. Sigara yaktı. Kafasını kaldırıp dumanı göğe üflerken sağ gözüne bir sinek kaçtı. Sineği çıkardığını düşünüp gözünü ovuştururken sola baktı. Orda bir oyuncakçı dükkânı vardı eskiden. Renkli gözlükler satardı. Salı günlerinin sapandan sonra en büyük ganimetiydi o gözlükler. Motosiklet de alacaktı zaten büyüyünce, gözlüklerin de sahicisini… Gülümsedi Benim Adım Sarı. Şimdi eczane olmuştu o oyuncakçı. Sigarasını atıp eczaneye girdi.

            “Hayırlı işler, serum lastiği var mı?”

            “Geçmiş olsun, hasta için mi?”

            “Hayır, sapan için.”

            “Ne kadar?”

            “Bir metre.”

            “Buyurun.”

            “Teşekkür ederim, iyi günler.”

            Arabayı köye sürdü. Karısını aradı merak etmesin diye. Epey uzağa park etti, orası arabayla gidilmeyecek bir yerdi, gidilmemeliydi. Tek vasıta belki tahtadan bir at olabilirdi, belki de iki yanından iki çomakla yönlendirilen bir çıkma lastik. Şimdi içinde kiracı olan, anneannesinin önündeki ocakta ne ekmekler yaptığı, kerpiç evin avlu kapısını açtı. Eski ‘harım’daki, şimdi yalnız kalmış zeytin ağacına göz gezdirdi. Üstüne biraz güçlükle çıkıp bir dal kopardı. Çatal Y hâline getirdi. Serum lastiğini bağladı. İki yandan çatala bağlı lastiklerin ortasına bir de deri bağladı. Sapan hazırdı.

           Biraz ileri bir şarap şişesi dikti. Hedef artık ancak şişeler olabilirdi. Tabiat kanunları da değişmişti. Kuşlar da bir cana kavuşmuştu geçen yirmi yılda. Taş aramaya başladı. Her tarafa da beton dökülmüştü. Yürüdü elinde sapanlı heyecanıyla. On adım sayarak, ‘aldım verdim’ yaparak yürüdü gözleri yerde. Evler çoğalmış, toprak sadece tarlalarla sınırlanmıştı. Zeytin ağacının kökü bile betonla çevrelenip sadece sulanabileceği kadar bir alana hapsedilmişti. Taş yoktu etrafta. Yuvarlağını bırak, yamuğu, kayrak olanı bile yoktu. Taşlar bile yok mu olurdu? Olmuştu.

          Vazgeçti. Elinde sapanla arabasına doğru yürüdü kafası önünde, gözleriyle hâlâ yerlerde bir umut taş arayarak.

          Yukarı baktı, anneannesini, dedesini, diğer gidenleri, diğer gönderdiklerini aydan geri aldı. Arabasının torpido gözünde bulduğu, günün en değerli madeni parasını sapanın derisine yerleştirdi ve lastiği olanca gücüyle asılarak parayı aya fırlattı.

Tahterevalli Zamanları

                “Ortasından bir yere dayanan yatay bir kalastan ibaret düzen, ki iki ucuna birer kişi oturarak havada nöbetleşe yükselip inmek suretiyle eğlenirler.”1

Sözlükler her zaman ruhsuz.

 

I.

Çocuk parkı. İlkbaharda tango.

İki genç insan tahterevallide nöbetleşe yükselip inmek suretiyle eğleniyorlar.

Birdenbire içlerinden gelmiş. İkisi aynı anda binmiş. İnerken de eğleniyorlar ama yükselirken daha bir zevkli. Birinin seni kaldırdığını görmek, o anda yaşadığın mutluluğu onun da yaşamasını isteyerek aşağı inmek güzel şey. Hem mutlu ediyorsun hem mutlu ettiğin için mutlu oluyorsun. Cümlenin hem öznesi hem nesnesi olmak. Dünyanın bütün ‘güzel’mekleri yüklem. Böyle devam ediyorlar hava kararana dek. Gocunmuyorlar inmekmiş. Ne de olsa, en azından sırasıyla ve sıranın geleceği kesin.

Bunu da düşünmüyorlar.

II.

Çocuk parkı. Yaz.

İki genç insan tahterevallinin yanına gelmek suretiyle birbirlerine bakıyorlar.

“Önce sen beni kaldır,” diyor A.

Alfabede önce ben varım.

“Peki,” diyor Z.

‘Peki’ ezik bir kelimedir, ezik olmasına rağmen tek başına bir cümle kurabilir, gene de ‘tamam’la başa çıkamaz.

“Otur da kaldırayım,” diye devam ediyor. Morali yorumsuz. Ama A.’yı havaya kaldırınca, gülümsediğini görünce o da gülümsüyor. İn zaman kalk zaman A.’ya yetmiyor, havaya yükselmek için inmek zorunda olmayı kabullenememeye başlıyor. Hep havada kalsın, hiç inmesin istiyor. Z. ise iç güveyisinden hâllice. Seziyor A.’nın aşağı inerkenki memnuniyetsizliğini. Bozuntuya vermiyor, ne de olsa tersten gidince aralarında hiçbir şey yok.

Önden bakmak istemiyor koskoca bir alfabeyi ve yatay kalası görmemek için.

Keşke elinde olsa da hep havada tutabilse onu. Aşağılarda seyretmek, diplere vurmak pahasına istiyor bunu.

II buçuk A.

Çocuk parkı. Baharda son tango.

Bir genç insan. A. Tahterevallinin bir ucunda havada asılı kalmak suretiyle düşünüyor. Diğer uçta kimse yok. Yerçekimine bir şekilde karşı koymuş ve lakin memnun değil hâlinden. Fena halde sıkılmış.

Hayaller kurar insanoğlu, kuşlar gibi uçabilsem diye, yerçekimi olmasa diye, hep olmasını istediği şeylerin iyi yönlerini kurar, ancak kazın ayağı pek öyle değildir. A.’nın başına gelenden belli; zira içinde bulunduğumuz durum bizim için en korunaklı olandır. Derler ya, ‘hayırlısı olsun’ diye, onun mistisizmden kurtulmuş olanı, isteyen kurtarmaz.

Herhangi biri gelse de beni kurtarsa, diye bekliyor.

II buçuk Z.

Çocuk parkı. Baharda son tango.

Bir genç insan. Z. Tahterevallinin bir ucunda yere çakılmış vaziyette düşünüyor. Diğer uçta kimse yok. A.’yı düşünüyor. Nerde hata yaptım da beni bu kör kalasın dibinde merdivensiz bıraktı, diye. Olsaydı da tekrar onu havaya kaldırırken içine bir şeylerin aktığını yüzünden anlasaydım, diye. Onu istiyor. O beni bir kere havaya uçursun, ben onu yüz kere, diye diye. Kalasa bakıyor. ‘Ne farkımız var’ı düşünüyor.

Böyle tersten gösterirler.

III.

Çocuk parkı. Kış.

Kimse yok.

Tahterevalliyi mühürlemişler. Üzerinde aşk’ın damgası. Ey aşk! Sen nelere kadirsin.

Allah belanı versin.

Olan yine çocuklara olmuş dikey kalaslardan ibaret olan bu düzende.

1 Tahterevalli, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, 1945

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kardeşin Duymaz, Eloğlu Duyar

Çokça votka içmiştim, yatmaya hazırlanıyordum, saat gece yarıma doğru. Bu yarım söylemini hiç anlayamazdım, hâlâ da anlayabildiğim söylenemez. Neden onikibuçuk’a yarım denir? Neden oniki değil?..

Son şarkıyı dinleyecekti, son sigara eşliğinde. Sonra da kafamın güzelliğiyle birlikte haydi hoop yatağa. Cep telefonum çaldı, kuzenim, o saatte aramasından belliydi bir aksilik olduğu, telaşa vermeden açtım, bir yandan da sarhoş olduğumu belli etmek istemeyen bir ses tonuyla, “Efendim abla?” dedim.

“Yattın mı?”

“Yok, yatmadım, birazdan yatacaktım. N’oldu ki?”

“Hiiç, biz de babamlarla oturuyorduk da evin önünde…”

***

Bu saatte genelde bu mevsimde oturulur evin önünde, balkonda mesela, veya terasta, ya da avlu önlerine atılmış küçük taburelerde. Bilirsiniz, görmüşsünüzdür, yapmışsınızdır. Yaz gelince televizyon programlarının niteliği bile değişir, hafifler her şey sanki. Kuzenim ve halamlar da oturuyorlarmış balkonda. Bahsettiğim balkon, iki katlı müstakil bir evin ilk katının yerle birleşik balkonu. Önünde bahçesi var. Sarı bir ampul yanar. Kuzenlerim evlendikten sonra eniştemle halam yalnız otururlar orda yaz akşamları.

Evli ve yaşlı çiftlerin yalnızlıklarına çok üzülürüm, çok içim acır, beni hayatta en çok yaralayan şeylerden biridir onu görmek, elimden bir şey gelememesi. Eniştem balığa gittiğinde, onunla birlikte gitmeme rağmen halamın yalnız kaldığını düşünürüm gece vakti balık peşinde, koruculardan kaçıp yasak balık avlayan eniştemi kollarken. Ergenlik çağını artık geride bırakmak üzere olan kuzenimin babası balıkta ekmek parası peşindeyken, annesini yalnız bırakıp çarşılara gezmeye gitmesini yadırgarım kendi kendime. Halam oturur orda, sarı ampulün altında. Eniştemi bekler. Eniştem geceleri balığa gitmezse ya kahveye gider akşamüstü, ya da evde oturup içer, balığa gitse de içer, gitmese de içer. Balkonda içer yaz akşamları, biraz ötede kuzuların tıkırtıları ve kokuları, kötü kokuları.

Ben biraz kıymetliyimdir oralarda, buralarda pek adımı sanımı soran olmaz ama o taraflarda pek severler. Her tatile gidişimde eniştem, “Gel sana bir rakı içireyim,” der muhakkak. Son gidişimde anası hastaydı da gidememiştik. Para kazanmaya başladığımdan beri rakıları ben ısmarlıyorum, balıkları da o tutuyor. Eniştem şu an –Allah uzun ömür versin- ellidört yaşında, ama senden benden iyidir sağlık hususunda, sigara içmez, her akşam rakısını da eksik etmez parası olduğu sürece. Dönem dönem beş litrelik şaraplara sardırırlar babamla, belli ki paraları yoktur, ya da bazen yaz akşamları bira, o da muhakkak bir yerden eşantiyondur. “Biranın tiryakiliği pistir, bira içme rakı iç,” diye de uyarırlar beni çok bira içtiğimi gördükçe.

Orda olduğum bir akşam mesela, eniştem balığa davet etmişti. Bir paket sigara, bir işgörür çakı, yeter miktarda rakı, tuz, ‘dığan’ dedikleri tava, biraz zeytinyağı, lükse kaçacak olursak da roka yeşillik filan, yeter de artardı bile. Kaçak balık avlamak dedim de, av mevsimi olmadığından değil bu kaçaklık, av mevsimi dışında avlanmaz zaten o, kendini dinlendirir mevsim dışında, bu kaçaklık şuradan gelir ki; bizim balık avladığımız çayın yanında, hatta dibinde havaalanı var, NATO üssü. Eskiden o çayın içinden geçtiği ova, bizim ‘ilçemizi tanıyalım’ ünitemizde dünyanın en verimli pamuk tarımının yapıldığı sulak ovalarından biri olarak öğretilirdi. Küçüklüğümde az koşturmadık oralarda yalınayak, milli bir toprak ve ayağa batan domuz pıtırakları.

Sonra o ovaya gelip bir havaalanı ve NATO üssü kondurdular, bizim güzelim top sahamıza. Ayaklarımız, terlikli nasırlı ayaklarımız da bir daha çıkmamacasına ayakkabılara girdiler sonra, öyle yürüyoruz habire… İşte, orası şu an askeri bir üs olduğundan, hemen yanından geçen çayda balık avlanmasına da izin verilmiyor, casusun biri oradan, yeraltından filan üsse girer de ortalığı allak bullak eder düşüncesiyle. Hâlbuki adam ekmek parası derdinde, geçimini taze balıktan sağlıyor, yaz kış demeden o suya girip balık avlıyor, üs kimin umurunda.

 İşte, bir akşam, nevaleyi düzüp eniştemin külüstür Murat 124’üne atlamıştık. O araba benim ömrümde bindiğim en kıymetli arabadır, -ki çok da uzun olmayan ömrümde sanırım Türkiye’yi birkaç kez dolanacak kadar yol tepmişimdir-, şimdi hurdalıklardan birinde duruyordur, satıldı çünkü onlar hurda fiyatına, Murat 124’ler, kuş serisinin en anaç en vefalı kuşu. Öyle bir arabaydı ki yaz kış camları kapanmazdı, içinde ne kurbanlık koyunlar, ne kümes hayvanları, ne insanlar taşıdık biz onun, ne sular ne balıklar sattık içine doluşup. Bir vakit sadece birinci viteste giderdi, başka hiçbir vitesi kullanamazdın. Bir vakit arka koltukları sökülmüş bir biçimde bir sene gezdi o araba, saf metalin üzerine serilmiş çuvalların üstüne otururdun. O arabayı herkes kullanamazdı, ben mesela çok zorlanırdım, rot balans diye bir şey yoktu, lastikler doğuştan dazlaktı, işin garibi arka camda ‘Yıldız Teknik Üniversitesi’ diye bir çıkartma vardı. Ben almıştım. Gerçekten de Yıldız’a benzetirdim o arabayı, daha sonra İTÜ’nün çıkartmasını da almıştım da eğreti durduğundan hemen çıkartmıştı küçük kuzen.

Eniştemle atladık ona ve köyün yolunu tuttuk. Devriye gezen jandarmalar görmesin diye arabayı epey uzak bir yere park ettik, malzemeleri alıp yürümeye başladık. Eniştem genelde telaşlı ve heyecanlı olur suya girmeden önce. O yüzden bir kadeh içmeden asla girmez. Köy manzaralı bir yerde mola verdik biraz yürüdükten sonra, birkaç zeytin çıkardı eniştem. Açtı rakıyı, ovaya doğru şöyle uzunca bir baktı. “Hey gidi Hocat hey,” dedi. Hocat orda bulunan bir gölün adıdır, eniştem orda doğmuştur ovada, gölün hemen kıyısındaki bir kıl çadırda, memleket kayıtlarında böyle somut bir yer olmamasına rağmen nüfus cüzdanında bile doğum yeri olarak Hocat yazar. “Bitirdiler seni de bizi de,” diye ekledi.  Bir yudum aldı rakısından, üstüne de yağına ekmek banarak bir zeytin. Ben de aynısını yaptım, ben de ovaya şöyle bir göz süzdüm, “Hey gidi hayat hey,” dedim.

Rakılarımızı bitirdikten sonra soyundu eniştem ve oltalarıyla suya girdi. Ben biraz daha devam ettim içmeye, hava kararıncaya kadar. Ova dedim ya, ova işte bildiğin, dümdüz, pamuk tarlaları, çalışan su motorlarının, pancarların sesi, inip kalkan uçakların sesi, geceböceklerinin sesi, ishak kuşlarının sesi, zifiri, hem de ne zifiri bir karanlık, koskoca bir düzlükte ben. Eniştemle balığa gitmeyi bu yüzden çok severim, hem rakını içersin, hem de koskoca bir ovada doğanın ürperti veren sesleriyle tek başınasındır, o an orada seni herhangi bir şeyden hiçbir şey kurtaramayabilir, biraz korkarsın en küçük sesten, biraz temiz havayı içine çekip kendine gelmeye çalışırsın, biraz kendinlesindir, biraz doğayla, ama tamamen yalnız, ve rakı, ve sigara, müzik bile yok, kapkaranlık, kaskaranlık. ‘Ovanın yüzünde’ diye bir betimleme vardır oralarda, işte bu doğasal yalnızlığı tanımlamak içindir o, ovanın yüzünde kimsecikler yokken. Sadece jandarmalar da değil, kolcular vardır bir de, doğudaki korucu anlamına gelen. Onlar da devriye gezerler.

İşte bir akşam, eniştem şambrelle su içindeyken, ben onu takip ederken, bir araba sesi duydum, giderek yaklaşıyordu aracın ışıkları, hemen suya taş attım eniştemi uyarmak için. Saklandı su içindeki kargıların dibine, ben de kendime saklanacak yer ararken –ki orası en yüksek bitkinin pamuk olduğu dümdüz bir arazi, ağaç da yok- yardan düştüm, tabii rakının hareketliliği ve hafif korkunun da etkisiyle oldu bu düşüş, sonra o sırada bahsettiğim araç geçti gitti, meğer bir köylünün traktörüymüş, pamuk sulamaktan dönüyordu muhtemelen, o gidince pek güldüm ki ne güldüm halime, her tarafım batan dikenlerden dolayı kanıyordu. Ama hayat güzeldi be Kâmil, hakikaten güzeldi. Biraz korkunç ama yıldızlı, biraz sessiz ama doğal, biraz rakılı ve bol dumanlı, güzeldi.

***

Votka içmiştim çokça. Sarhoştum, yatacaktım. Telefon gelmişti. Ablam (büyük kuzenim), “Kardeşini hastaneye kaldırmışlar, haberin var mı?” dedi. Daha garip sorunlarım vardı o telefon konuşmasından önce ve sonrasında. Çilecilik kavramını tartışıyordum kafamda, bir insan bu hayatın nelerine, niye ve ne kadar katlanmak zorundaydı mesela. Bir insanın dünyaya gelirken, yaşarken ödeyeceği bedelin ölçüsü belli miydi, ne aşamadan sonra şımarıklık oluyordu kişinin hareketleri, ne aşamaya kadar rindlik, ne aşamaya kadar dervişlik, bunun ölçeği neydi? Veya kendisinin seçmediği bir geliş düzlemi olarak dünya, ona her istediğini sunmalı mıydı, sunmazsa suç kimindi, bunu konuşan tartışan mahkeme nerde konuşlanmıştı? Üyeleri kimlerdi, gibi sorularla meşguldüm telefon geldiğinde.

Ablamlar, eniştemlerle balkonda oturuyorlarmış. Loş, sarı ampulün altında, balkonda, mahallenin genelde uyumuş olduğu bir saat. Ben de uyuyacaktım işte, uyku kıvamındaydım, içmeye bu yüzden başlamıştım ve maksat yerini bulmuştu.

***

Geçen yaz, bir haftalık iznimi kullanmak üzere oralara gittiğimde, saat yine o vakitler olmuştu. Annemlerin yatmasını beklemiştim içmek için. Onların önünde pek sık içmemeye gayret ediyordum, bizim oğlan çok içiyor, diye kaygılanmasınlar için. Evde bira kalmamıştı –rakı mutlaka ve her daim bulunurdu ama o saatte ve mevsimde tek başıma rakı içmek istemiyordum- ve en yakın benzin istasyonuna bira almaya gidecektim. Eniştemlerle aynı avluda otururuz. Bizim evin önünden çıkıp tam oradan geçerken bir de baktım ki balkonda oturuyorlar halamla. Eniştem balıktan gelmiş, rakısını içmiş, üzerine birayla cila çekiyor balkonda çekirdek çitleyerek. Halam da belli ki uyku tutmamış, fasulye ayıklıyor, çekiyor kenarındaki ince fazlalığı, sonra açılıveriyor fasulye ve taneleri kaba boşalıyor. Tekrarlıyor aynı hareketi, neydi o fasulyenin kenarındaki fazlalık, iyi ayıklanmazsa yemeğe girdiğinde içimi kötü eden incecik fazlalık, adı neydi onun, onu çekersin ve fasulye taneleri hoop dökülüverir. Onlara görünmeden sıvışayım derken, eniştemin sesini duydum,

“Ahmeet, nereye gidiyon la bu saatte?”

“İstasyona gidiyordum enişte.”

“Napcan istasyonda?”

Sigara alacağımı düşünsünler istiyordum, çünkü bizde benden başka kimse sigara içmezdi ve sigarama artık o yaştan sonra ses çıkarmazlardı küçük telkinler haricinde. Ama doğrudan, sigara almaya gidiyorum da diyemezdim aile içi saygı sevgi çerçevesi nedeniyle, biraz sıksam nasılsa öyle düşünürler diye ayaküstü direttim, “Ben bir gidip geleyim,” diye. Ama dinlemedi eniştem, sonra koyuverdim;

“Bira alacaktım, canım çekti.”

“Oğlum gelsene burda var işte, içeriz beraber.”

Halam da destekledi onu, “Gel oğlum bak, enişten de içiyordu zaten.” Kaçarı yoktu artık. Ordan içecektim. Üstelik, ne hikmetle üretildiğine anlam veremediğim otuzüçlük biralardan içiyordu eniştem, kesin balık sattığı birinden eşantiyon gelmişti, veya balık parasına karşılık, yoksa onlardan almazdı. Çok küçük gözüktü o teneke kutular gözüme. Ama hayat o anda o balkonda o küçük kutu şişelerdeydi işte. Oturdum ben de. Eniştemin gözleri kayıyordu artık. Belli ki çok içmişti. Üstelik bana eşlik etmek için daha da içecekti. Birer tane içtik, adam yorgundu. Ampul sarıydı. Hava loştu. Sivrisinekler bile terk etmeye başlamıştı ortamı. Halam hâlâ ayıklıyordu, hoop leğene taneler kendilerine has sesleriyle. Bira kutusunun da kendine has açılma sesi. O an orda içten gelen ve fakat yakılamayan sigaranın çakmağının çıkmayan sesi. Geceböceklerinin sesi. Yine ve yine uzaktan gelen ishak kuşlarının sesi, tam da öyle anlarda gecenin belirginleştirdiği.

Enişteme, “Sen yat istersen artık, ben de gideyim,” dedim. “Tamam, ben yatem en iyisi,” deyip ekledi, “Hatice, Ahmet’e yoldaş ol.” Halamın da zaten pek uykusu yok gibiydi: “Tamam tamam, sen yat hadi,” dedi enişteme. Halamla baş başa kaldık. Artık sigara da içebilirdim. İçeri gidip birkaç bira daha attım buzluğa. Halamdı o benim. Canım halam. Çoğu okumamış cahil yerel kadında olduğu gibi onda da anlamsız birçok arıza vardı, kaynanasıyla anlaşamazdı, görümcesi olan annemle sık sık bozuşurlardı, kızlarını bir an önce baş göz etmek için çırpınmıştı, falan filan, ama o benim bir tane halamdı, beni severken, “Babam gelmiş, babamın gözleri, babamın kaşları saçları gelmiş,” diye seven halamdı. Bana kendi oğluymuşum gibi dünya üzerindeki hiçbir kadını layık göremeyen, o derece yücelten ama artık vaktimin geldiğini de inceden inceye sezdiren halamdı. Babasından, kocasından, kardeşinden kendi aile hayatı boyunca göremediği ince erkekliği benim okumuşluğumdan dolayı benden göreceğini uman ve bu yüzden bana bir değişik yüceltici gözle bakan biricik halamdı. Benim açımdan da babamın kardeşiydi. Ketum babamın, sesini ancak sinirlendiğinde karşısındaki insanı yerin dibine sokmak için kullanan babamın kardeşiydi. Benim bilmediğim ama hep merak ettiğim ve ömrümce merak edeceğim babamın kardeşiydi, babamın gizlerini bilen tek insandı belki de. Ama hangi ölçüde bilen?

İnsan evlenince çok değişiyor. Hatta evlendikten sonra bile çok değişiyor. Evliliğinin ilk yıllarındaki tavırlarıyla yirmi yıl sonraki tavırları fena halde fark ediyor. Bunlar annemin bana babam hakkında anlattıklarından edindiklerim. Ya halam, o neler anlatacaktı bana babam hakkında? Bir erkeği ağlatmak için babasından bahsedin gibi bir söz okumuştum bir yerlerde. Doğru mudur?

Biz bir balkondaydık. Halamla ben. Sarı ışığın altında. Dışardan kokular ve sesler geliyordu yaza dair. Kafam güzeldi, çokça içmiştim. Halamla konuşuyorduk. Kardeşlerden bahsediyorduk. Babaannemin kardeşlerinden, dedemin kardeşlerinden, halamın kardeşinden, babamın kardeşinden, benim kardeşimden, kuzenlerimin kardeşlerinden, sarı ampulün, üzerinde sineklerin ve türlü yaz böceklerinin yuvalandığı ampulün altında, balkonda, yaz gecesi rüyası, sesler sinik, ishak kuşları, uzaklardan sesi gelir. ‘Ah’ bir hayatın sesidir. O kuşun sesi bir ah’tır…

Kardeşini anlattıracaktım halama, kardeşini; gençliğini, askere gidişini. Kadınlarını; terk ettiği, terk edildiği. Mektuplarını; uğruna posta kutusu kiralayan kadınlarını, mektuplarına cevap vermediği kadınlarını, yüz vermediği, âşık olduğu, hayatını belki de yakıp yıktığı kadınlarını, rasgele bulduğum silinmiş defterlerinde nadiren baş harflerine rastladığım kadınlarını. Sigaralarını. Sarhoşluklarını, eve büyük narayla gelip ağlaya ağlaya sızdığı gecelerini, en yakın dostunu dövmeye kalktığı sarhoş gecelerini. Peki benim kardeşim beni ne kadar biliyordu? Biri sorsa ona, “Abini anlat!” deseler, ne derdi?

***

Kardeşim şu an hastaneye kaldırılmıştı. Ben çokça içmiştim, ondan yaklaşık beşyüz kilometre uzaktaydım ve o hastanede kim bilir ne sancılarla kıvranıyordu ben sarhoşken, uzaktayken, mevsimden kendimce kokular çıkarmaya ve kendimi bulmaya çabalarken. Ne derdi benim hakkımda? Abim iyi insandır. Çok iyidir. Kimseye zararı dokunmamıştır. Çok koruyucudur. Kendinden çok başkalarını düşünür. Hatta kendini hiç düşünmez. Ama bazen çok bencil olur. O bazenleri kestirebilmek zordur ve anlık bazenlerdir o bazı anlar. Ama genelde abim mükemmel biridir. Onun kişiliğinde bir sevgilim olsun isterdim. Abim çok evcimendir. Sadıktır. Abim bir tanedir. Abim benim birtanemdir. Abim şimdi ben ölüm döşeğindeyken buraya gelememiştir ama yarın işe gidicek abim. O yüzden. Yoksa o kardeşini çok sever. Bana hiç kıyamaz. Beni çok sever. Hatta ağlamıştır abim ona telefon gittiğinde. Abim hem çok iyi bir kardeştir. Abim çok iyi bir ağabeydir. Abim eminim çok iyi bir eş, sevgili, kocadır. Abim onun kadrini kıymetini bilemeyenlerle harcamıştır hep vaktini. Ama abim mutlu olmayı en çok hak edendir. Abim canımdan candır. Abim ben bu haldeyken buraya gelemediyse işi yüzündendir. Sabah erken kalkmak zorunda olduğundan ve aramızdaki mesafe uzun olduğundandır. Abim ben ağlarsam beni en çok güldüren insandır. Abim benim en şebeğimdir. Şimdi ağlıyorsa abim benim yüzümdendir. Abim beni en çok merak eden, babamla olan anlaşmazlıklarımızda aramızı bulmaya çalışan, benim iyiliğimi en çok düşünendir. Abim parçamdır. Abim uzaktır biraz, abim biraz sessizdir, abim biraz konuşmaz, abim biraz çok içer, abim biraz içlidir, ama abim abimdir benim. Dünyaların bir tanesidir.

***

Balkonda oturuyor eniştem halam ablam. Sıcak yaz. Sarı mevsim. Ablam bana telefon ediyor. “Kardeşini hastaneye kaldırmışlar.” Haberim yok abla. Haberim yoktu. Annemle babam apar topar gitmişler kardeşimin olduğu memlekete. Orası da güzel ülkemizin güzel bir yerleşim birimi. Orda görev yapıyor bizim kardeş. Bana telefon geliyor. Telefon benden gidiyor. Benim haberim yok. Ben kilometrelerce uzaktayım. Ben uzak’ım. Uzak. Uzak. Uzak. Abim uzaktır biraz. Abim biraz Uzak’tır. Onlar hastanede. Sancıdalar. Ben uzak bir adadayım. Kardeşim hasta. Onlar yolda. Gidiyorlar tam gaz. Yetişelim diye. Kardeşimin arkadaşı bir telefon, kardeşimin telefonunda ‘babam’ veya ‘babacığım’, ‘babişko’, ‘annem’, ‘annecik’ gibi kayıtlı ilk insana bir telefon, “Onu hastaneye kaldırdık, önemli bir şeyi yok, sabaha altıda ameliyata alacaklar, o zamana kadar yetişseniz yeter,” diyen bir ses.

***

Çokça içmiştim değil mi ben, o zamana kadar yetişsem yeter.

Kardeşi duymaz kardeşimin, eloğlu duyar.

Taharet Bezi

 

Bundan çok değil onbeş yıl kadar önce herkes birer çocuktu. Ve hikâyemizin kahramanı Efkan Hazinses şu an olduğu kadar sağlıklı şartlarda yaşamıyordu. Örneğin kolonyalı mendiller yoktu, tuvalet kâğıdı vardı ama onun köyüne henüz teşrif etmemişti. Kâğıdını bırak, daha tuvalet evin içinde bile değildi. Arap sabunundan ve zeytinyağlı kalıp sabundan kurtulma çabaları vardı memlekette. Belki bir devrimle ‘Duru, Evyap’tan’ geliyordu. Sabun kir tutmaz en güvenilir atasözlerindendi.

Anlattığım olaydan bana bahsettiğinde, dokuz yaşında yeni sünnet olmuş, üstelik de ağlamamış bir çocuktu. Sünnette ağlamayınca, köyde yaşıtları arasında namı aldı yürüdü. Bir tarafta ‘yumurtanın sarısı’yla başlayan terennümler edilirken ağlamamak her yiğidin harcı değildir. Hoca, ‘Allah-u ekber’ dediği zaman tak diye bir ses yankılanır çocuğun içinde.

Sünnet olduktan sonra doğal olarak sorumlulukları arttı Efkan’ın. Artık, evden elliiki adım uzaklığındaki tuvalete yalnız gitmek zorundaydı. Anası onu yalnız göndermeye yeltenmezdi ama babasının bakışlarını görünce ister istemez yılan görmüş keme gibi oluverirdi. Keme dedim de, tuvalet başında kemeler, haceti gelmiş kişiyi haraca keserlerdi. O zamanlar Ege’de, özellikle köylerde, ev içlerinde su tesisatı yok, çünkü su yok. Parası olan bir artezyen kazdırır, oradan görür işini. Efkan ve Efkâr’ın babaları Muhsin Mahsun Hazinses’de para ne arar, kazdırsa kazdırsa rakı kuyusu kazdırır, o teknoloji de Tekel’in elinde.

Dağa çıkılır su birikintilerinin oraya, orda da yılanlar su topu oynar, yaklaş yaklaşabilirsen. Helâ başındaki kemeler de öyle. Korkar Efkan, ya kıçımdan bir lokma alırlarsa diye.

Namussuz hacet de tutar tutar gece yarısını bulur. E tabii, gündüzleri bahçede dalından yer hıyarları, çilekleri, kayısıları. Bu nimetlerin de sağ olsunlar posaları kuvvetli olur. Vücut da sağlıklı o zamanlar, sigaraya alkole bulanmamış, her ihtiyaç zamanında giderilmeli, hele biri var ki patlatır bile adamı. Onun için de helâ yolu görünür.

Gece. Bir yandan canavarlar ulur. Bir başka ehlî canavar olan babası desen yeni yatmıştır ama ağzından içtiği sigaraların dumanı hâlâ tütmekte, anasonun şımartan aroması göklere yükselmektedir, top atsalar tutar geri gönderir. Uyanmaz. Anacığı da kalkamaz meymenetsizin yanından. Abisi Efkâr’a söylese, “Abi beni helâya götür,” diye, o sırada üzerinde çalıştığı ‘küfür öğrenme metodu’ndan sekiz cümleyi bir çırpıda sıralayıverir. Yolu yoktur, yalnız gidecektir helâya gariban Efkan. Feneri alır ama ne çare, kendine zor yeter fenerin şavkı, pili hiç tam dolu olmaz ki onun. Zaten fenerle ilgilenebilecek tek aile ferdi Efkan’dır, o da parasını sapan lastiğine yatırmayı tercih eder.

Saat gece iki gibidir, vakit öyle geç olmuştur ki az sonra dere boylarında sızmış ayyaşlar bile ayılıp evlerine dönecek, üç saat kadar sonra da tarlalara tütün kırmaya inilecektir. O saati bekleyip bekleyemeyeceğini düşünür Efkan, ama cesaret edemez. Sünnet olmuş bir çocuğun donuna etmesi de hiç hoş karşılanmaz, alimallah köydeki çocuklar cuma salâsı niyetine tüm köye duyururlar öyle bir şeyi.

Bir gün önceki denemesi fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Laf aramızda, ‘Pilatini’ Behzat’la kahvecinin oğlu Ferdi’nin aman kulağına gitmesin, dün gece gene aynı ihtiyaçtan mütevellit kapıyı açıp feneri yakarak dışarı çıkmıştır Efkan. Yirmi adım kadar attıktan sonra, helâya varamayacağını anlayarak donunu indirip işleme başlamıştır, ne var ki çok kısa bir süre sonra Sercinyo’nun havlamasını duyarak birden ürpermiş, eli ayağına dolaşmış, ilerde gördüğü bir ağacı adam sanaraktan donunu doğrudürüst toplayamadan fırlamıştır. Sabah anası tütünden geldiğinde korkusu yeni yeni geçmiştir. Ama ve lakin bugün kesin başaracaktır bu işi. Çünkü anası bahçenin orta yerindeki marifetini gördüğünde okkalı bir terlik fırlatmıştır suratına.

Bu akşam cesaretini sızlayan pipisinden alır, artık sünnet olmuştur ve tek başına tuvalete gitmelidir. Zaten çakallar ve bilumum zararlı hayvanat sünnet olmuş delikanlılara ilişmeye cesaret edemez. Onların gücü anca çocuklara yeter. Bir daha alır eline feneri, kapıyı sessizce açar. Aslında onun korkmaya başlamasının tek sebebi, babası uyanmasın diye kapıyı yavaşça açıp sessizce ilerlemeye çalışmasıdır, paldır küldür ilerleyiverse, yok canavarmış, kemeymiş aklına bile gelmeyecektir. Feneri yakar, şöyle bir etrafa gezdirir, eline iki taş alır, terliklerini yere sürttürerek gürültü yapar ki çevrede bir şeyler varsa korkup uzaklaşsın. Saymaya başlar adımları, kırka geldiğinde artık evin hem gözden hem gönülden ırak olduğunu ve geri dönemeyeceğini çoktan kabul etmiştir. Yıldızlara bakarak birkaç adım daha atar ki, ‘patt’, yerdedir. Abisinden aldığı birikimle o taşı oraya koyanı şöyle bir yâd eder.

Kokuyu hissetmesiyle yaklaştığını anlamıştır, avucunun acısından başka bir şey düşünemeyerek rahat rahat varır helâya. Feneri daha önce hazırlanmış olan yuvasına yerleştirir deliği gösterir biçimde. Ve tavandaki kemelerin tıkırtıları eşliğinde başlar rahatlamaya. O tıkırtılar bir nevi katalizördür aslında. Hepiniz bilirsiniz korktuğunuzda, heyecanlandığınızda tuvaletiniz gelir gibi olur… Bir iki dakika geçmemiştir ki daha, Efkan’ı geri dönmenin korkusu sarar. Ama. O da ne… Bir keme. Yere inmiş ve umarsızca gezinmektedir. Yutkunur Efkan, bir daha yutkunur. Taşları da atmıştır içeri girerken. Gözüne ilk ilişen nesne olan taharet bezini alır eline ve siperden ilk çıkan asker edasıyla kemeyi kafasından yakalar. O sırada duyduğu incecik çığlık epey bir süre kulaklarından gitmeyecektir. İğrenme ve korkuyla kemeyi boğar. Bez içindeki maktulle feneri alarak dışarı çıkar.

Artık bir şeyler çok geride kalmıştır.

Aklî

 

Yirmidört yaşında bir deli oğlan. Askerden geleli iki yıl kadar oluyor. Sobacılar ve Emsali Sanatkârlar Odası’nın müdürü Aklî. Getir götür işlerine bakmakla yükümlü bir odacı olarak başlamıştı işe, iki yılda terfi ederek müdür oldu.

Çocukluğuna inmek lazım.

Altı yaşında verdiler okula. Okuma yazmayı hemen söktü. Anasıyla babası, “Biz bunu ne yapıp edip okutalım, kafası iyi galiba bu çocuğun,” derlerdi. Sonra kıvrak zekâsının sadece okulda konuştuğunu anlamaları uzun sürmedi. Garip davranışları sıklaştı Aklî’nin. Bir keresinde, ayağı kayıp düştükten sonra bir kâğıda, “Allah! Allah senin belanı versin, neden beni düşürdün?” yazmıştı sayfayı doldurana kadar. Babası yazıyı gördüğünde öyle bir tokat aşk etmişti ki sonradan aynısı kendine inmiş kadar içi acıdı ama nafile. Bir keresinde de kümesteki tavukların tüylerini yolmaya kalkmıştı da elinden zor almışlardı zavallı hayvanları. Bir gün, halasının evindeyken, merdaneli çamaşır makinesini yarım saat kadar izledikten sonra makinenin içine kolunu daldırmaya kalkmıştı, az kalsın kolundan oluyordu. Babasının, annesine; “Hanım bizim oğlan salak galiba,” dediğini duymuş, ‘salak’ kelimesinin olumsuz bir anlam içerdiğini anlamıştı. Ondan sonra o lafı her duyuşunda, söyleyene elinde ne varsa onunla ve öldürmelik bir hırsla saldırmaya başladı. Hâlbuki normalde uygun bir dille söylenirse her söyleneni yerine getirirdi.

Konuşmasında filan bir sorun yoktu, zaten pek de konuşmazdı. Tek garabet bazen çok istisnai şeyler yapmasıyla gabavete varmasıydı. Çocuk dediğin yaramaz ve cin olurdu ama onunkiler farklıydı. Mesela bir keresinde, eline aldığında kendisine sürekli aynı aptal tonda bir sesle karşılık veren telefonun kablosunu kesmişti. Anlatmakla bitmeyecek gibi, birinde, evin bahçesinden bir torbaya toprak doldurup sifonun içine boşaltmıştı da babası onu dayak delisi etmişti. Ergenliğinde de sürdü garip davranışları. Ortaokuldan sonra hocaların yalvarmalarına rağmen babası okula göndermedi bir daha. Adam olmayacaktı Aklî, deli olmasa bile ‘salak’tı bir kere. Hesabı kitabı iyi diye bakkala verdiler, kaçtı. Tornacıya verdiler, kendisine ‘salak’ diyen kalfasını dövdü. En iyisinin evin etrafında kendi kendine eğlenmesi olduğuna karar verdiler, kümesten iki üç tavuk daha eksildi, boş verip gelinciklerin günahını aldılar.

Aklî’nin babası şehrin önde gelen sobacılarındandı. Eskiden işler iyiydi, malum Eskişehir soğuk memleket. Ancak son yıllarda kalorifere rağbet artınca çareyi, Sobacılar ve Emsali Sanatkârlar Odası kurup tüm soba imalâtçılarını, mangalcıları, borucuları bir çatı altında toplamakta zannetmişti, ne var ki odanın tek üyesi kendisi olunca ve kimseyi ikna edemeyince belediyeye verdiği paraya yanmıştı.

Aklî’yi ilk defa askerlik arifesi Ankara’ya muayeneye götürdüler. Annesi oğlunun askere alınmayacağından çok korkuyordu, askere alınmayan adama kız vermezler diye. Doktorun sorduğu her soruya normal cevap verdi, yazılı soruları da gayet akıllıca cevapladı. Doktor, haftada en az bir gün gelmesi gerektiğini söyledi. Bir daha götürmediler.

Askerlik muayenesinde mükellef çıkınca Isparta’da vatani görevini yerine getirdi. Gittiği gibi geldi. Sonra babası, artık eskisi gibi soba alan satan olmasa da, tek tük çıkan işlerde yardımcı olur diye onu yanına aldı. Söz dinlediğinden epey işe yarıyordu. Ama işler kesat olduğundan aradan bir sene ya geçti ya geçmedi, dükkânı kapatmaya karar verdi. Aklî’nin başıboş dolaşmasını istemediğinden, nasılsa kira ödemediğini düşünerek, dükkâna iyi bakmasını iyice tembihleyerek, kendisinin ara sıra kontrole geleceğini vurgulayarak ona bıraktı. Çırağın sözleşmesi de bir haftalık yevmiye karşılığı tazminatla feshedildi. Kendisi Bağ-Kur’uyla idare ederdi nasılsa.

Babası bir hafta sonra kontrole geldiğinde Aklî, yan taraftaki hırdavatçı Salih’in çırağından aldığı bir kitabı karıştırıyordu. Hemen ayağa kalktı. Bitirmek üzere olduğu teneke sobayı gösterdi. Babası da ona masasının üstüne koyması için bir isimlik yaptırmıştı. Aklî Dengeli: Sobacı ve Emsali Sanatkârlar Odası Müdürü. Çok sevindi, hemen Salih’in çırağına gösterdi. Bir vakit daha öyle geçti, kâh tenekelerle oyuncaklar yapıyor, kâh sobaları boyuyordu. Zaten gelen giden de olmuyordu.

Bir akşam, kendi imalâtları olan gürül gürül yanan sobanın yanında, yer sofrasında ailecek yemek yiyorlardı. Birden dikkatleri televizyona kaydı. “Sayın seyirciler, bugün saat üç sularında Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne çıkan genç adam canına kıymak istedi. Genç Adam, bekârlığın canına tak ettiğinden ve evlenecek parası olmadığından, her kadının kendisini reddettiğinden şikâyet etti. Olaya oradan geçmekte olan bir psikolog müdahale etti. Psikologun iki saat kadar süren yoğun ikna çabaları sonucunda, Genç Adam intihar etmekten vazgeçirildi. Aklî dengesinden şüphe edilen genç, gözaltına alındı.”

Babası o sırada, “Ulan salak herif, atlayacaksan atla, ne uğraştırıyorsun milleti,” demişti. Aklî, genç adamın görüntüsüne takılıp kalmıştı, haberi izlerken elindeki kaşık ağzında takılı kaldığından ekranı tam görememişti ama adam kendisine çok benziyordu. Sonra da babasının dediği ‘atlayacaksan atla’ya takıldı.

O gece rüyasında o adamı gördü. Aklî ile haberlerdeki genç adam –ikisi birbirine çok benziyordu- bir köprünün üzerindeydiler. Aşağıda mavi yeşil bir deniz yatıyordu ama ikisi de aşağı bakamıyordu. Adam, Aklî’ye, “Atlayacaksan atla,” dedi. Aklî, adama baktı. Ve atladı. Tam suya çarpacakken uyandı. Sağ kolu boylu boyunca çok fena ağrıyordu. Bir kâğıt alıp, ‘Allah belanı versin’ yazdı on kez.

Ertesi gün, dükkâna giden yol üzerinde Porsuk’un yanından geçerken ilk defa köprüye dikkat etti. Genç Adam’ı gördü karşısında. “Atlayacaksan atla.” Soğumaya başladığını hissetti. Korktu. Boğazından karnına doğru bir yumru iniyordu, kakası gelir gibi olmuştu. Adam bir daha, “Atlayacaksan atla,” dedi. Elindeki sefer tasını fırlatıp hızla köprüye koştu. Nefes nefese köprünün üzerindeki korkulukların üzerine tırmandı. “Atlayacaksan atla.” Ve atladı.

Çok üşüyordu sudan çıkarken. “Salak,” diyordu ona bakanlar, civar dükkânlardan koşup gelenler. Bir yandan gülüp bir yandan, “Salak.” O kadar çoklardı ki hangisine saldıracağını bilemedi. Salih’in çırağının getirdiği battaniyeye bürünüp dükkâna doğru yürüdü.  

 

Milas’ta Aranan Berber

                                                                                                                     

                                                                                                          deniz arslan’a

 

Efkâr Hazinses iftiharla takdim eder:

 

Ben, “Milas’ın orta yeri sinema, mahzunluğum garipliğim duyurmayın anama,” der iken; develer tellal, pireler meslekten elini ayağını çekmiş iken orta yerdeki sinemanın adı İstikamet Sineması idi. İstikamet Sineması’na arkanızı dönüp garbın afakına doğru bir bakış çaktığınızda karşınıza gelen Demirciler Sokağı’nın hemen başında bir berber dükkânı vardı. Berber Mehmet Ali.

Bir ahde vefa, bir kıldan ince boyun borcudur onu anlatmak. Mehmet Ali, dayımın asker arkadaşıydı ve küçük bir berber dükkânı vardı. Asker arkadaşlığı müessesesinin önemi büyüktür taşrada, ne de olsa delikanlı hayatında ilk defa şehir dışına çıkıp asker ocağına girerek asker arkadaşlarıyla birlikte cayır cayır yanmıştır. İcabında aynı cigarayı içmişlerdir, ve devrecilikle beraber memleketçilik hüküm sürer.

Ben orta ikiye giden, bıyıkları terli bir çocuktum. Yazın dayımın önerisiyle bu berberin yanına çırak verildim. Dayım ailemin aklı başında olan tek büyüğüydü. Babam biriktirdiği rakı şişelerinden köşeyi dönme hesaplarıyla meşgul olduğundan, ben de belki gerçekten bir şey bulur da beni de bu dükkânlardan kurtarır diye umduğumdan, dayım ne derse ona koşardım.

İlk profesyonel tıraşımı orda olmuştum. Boyum kısa olduğu için koltuğun üzerine bir tahta koymuştu Mehmet Ali Amca. Okul müdürümüzün talimatına göre iki parmağımızı kafamıza koyduğumuzda ve saçlarımızı iki parmak arasına sıkıştırdığımızda parmağımızın yatay olarak yüksekliğini geçmeyecekti saçımızın uzunluğu. Gelgelelim ben Mehmet Ali Amca’ya (sonradan usta diye hitap etmeye başladım tabii) bunu anlatamadım (zaten konuşarak meram anlatma yeteneğim hiç olmadı, hoş yazarak da olmadı, yani anlatamadım anlayın). Meğer o, ‘saç, parmaklarla tutulmayacak seviyede olacak’ anlamış, şöyle yani; sağ elinizin başparmağını, işaret parmağını, bir de orta parmağını yan yana getirin, hafifçe bükün, elinizi kafanıza götürün, saçınızı tutmaya çalışın, irfanına yandığım Mehmet Ali’si, işte o şekilde saçımın tutulmaması gerektiğini zannetmiş, bastı üç numara makineyi saçıma. Ben fark ettiğimde onun ‘eğ başını oğlum’ diyerek kafamı itişine küfrediyordum. Aynaya bir baktım ki bostanda yeni bitmiş keleğe dönmüş kafam. Anlamamakla ilgisi yok aslında, benim dediğim gibi yapsa makas kullanmak zorunda kalacak, kısa mıydı uzun muydu diye uğraşacak, ama makineyi bastı mı tırrrıt diye bitiveriyor tıraş. Hem daha onüç yaşındaki adamın uzun saç neyine, bitlenir mitlenir Allah muhafaza. Zaten beni berbere bırakıp yan taraftaki Sarı Sülo’nun tektekçi dükkânına giden babam, ‘acele olsun’ demişti Mehmet Ali’ye. Hoş, bu komployu baştan sezsem de yapabileceğim bir şey olmazdı, gene o koltuğa oturur ve babası İbrahim’in kendisini kurban etmesine sesini çıkarmayan İsmail moduna geçerdim.

“Eline sağlık Mehmet Ali amca,” deyip dükkândan çıktım. Babamdan “Doğru eve,” talimatını alıp kafam üşür biçimde yolda yürüyüp bildiğim küfürleri sıralarken Hatice’yi gördüm. İçimden, ‘bakışların bana biraz cesaret versin’ diye kıvranırken hiç oralı bile olmadı. Yanında annesi olduğundan konuşamadık, pazartesi okula gittiğimde notu bulmuştum sıramın üstünde, Türkçe defterimin arasında. “Saçların uzayınca belki tekrar görüşürüz Efkâr Kabakzade.” Çok gururuma dokundu, gittim sınıfına, bir güzel sövdüm. Saçlarım uzayınca da görüşemezdik artık. Önce sekizinci kez okuduğum Robinson’u düşündüm, kadınlarsız ne kadar da rahat olduğunu hayal ettim, sonra not defterimi açıp onaltı kişilik âşık olduğum kızlar listesinin üçüncü üyesi Mualla’ya kenetlendim (bir numara olan Süheyla’yla da ödevlerimi sürekli ona yaptırdığım için bozuşmuştuk).

Babam o gün beni eve yolladıktan ve kafayı iyice demledikten sonra Mehmet Ali Amca’yla konuşmuş benim çıraklık mevzuunu. Meğer dayım demiş Mali Amca’ya (böyle dediğimi sakın duymasın); “Efkâr’ı yazın senin yanına çırak verelim, bunun okuyacağı yok, it kopuk olacağına meslek öğrensin,” diye. Babam da olur vermiş. Okul kapanır kapanmaz doğru dükkâna.

Bizim dükkânın adı yoktu. Herkes ‘Berber Mehmet Ali’ diye bilirdi. Mali Usta’dan bahsedeyim biraz. Kır saçlı, kır bıyıklı bir adamdı. Sessiz, sakin, mütedeyyin, okul önünde şiir okumaya hazırlanan çocuklar gibi beyaz bir adam. Az konuşurdu, konuştuğu zamanların çoğunda da fevrileşir ve küfrederdi, Bay Miyagi’den en büyük farkı küfretmesiydi. Envai çeşit ve tam bir yaratıcı dimağ ürünü küfürler öğrendim kendisinden. Her şeyi kafasına takardı, havaya baktığında bile sövecek şey bulur, kuşların girip çıkmadığı yeri kalmazdı. Ha bir de durup dururken mesele çıkarmak gibi bir yeteneği vardı. Ayrıntılara düşkündü ve ayrıntılardan hareket ederek hep sorunlara ulaşırdı. Önce kaşlarını çatar ardından ağzından köpüklerle başlardı sövmeye. O öyle kaşları çatık küfrederken gülemezdin de. Midem ağrırdı kendimi tutacağım diye, iş çıkışı arkadaşlarla buluştuğumuzda da arkadaşlara öğretirdim küfürleri büyük bir entelektüel edasıyla. Bazı gençler hususi onu kızdırıp küfürlerini duymak için gelirlerdi dükkâna.

İşte Berber Mehmet Ali. Dükkânın en geniş duvarında ‘Milas’ta Aranan Berber’ yazardı. Ve bu yazı, Mehmet Ali’nin rahle-i tedrisinden geçmiş herkesin beynine çakılıdır, kimin çocukluğuna inilse bu yazı orada parlak neonlarla, yaldızlı vaziyetlerle, italik ve koyu, öylece durmaktadır. Öyle Murathan Mungan aynaları gibi mistik ve dalavereli aynalarımız yoktu ama her aynadan görünürdü duvardaki bu yazı. Altında da h’si küçük, büyük harflerle MEhMED ALİ.

Her açıdan kabiliyetli bir adamdı ustam. Kafası çalışırdı bir kere. Tek bir meşguliyeti vardı mesleği haricinde, ud çalmak. Adını bilmediğim, elinde sürekli benim kitabım dediği bir kitapla dolaşan bir başka Beyaz Amca gelirdi ara sıra dükkâna. Ustam, bir bu muhacir eskisi adamla, bir de dayımla küfretmeden konuşurdu, adamakıllı laflar ederdi benim anlayamadığım.

İki yaz yanında çalıştım, sadece iki kere dövdü beni. Ziya’nın ustası ‘zopa delisi’ etmişti mesela, sonra Çaycı Hamza’nın yanında çalışan arkadaşım Selati kırdığı bardak başına tokat yerdi. Ben başladıktan bir hafta kadar sonra ilk küfrümü, bir ay sonunda da ilk tokadımı yemiştim. Bir cumartesi akşamı Derici Fazıl dükkânını kapatmadan yetişeyim diye haftalığımı alıp izin isteyerek erken çıkmıştım dükkândan. Derici Fazıl Usta övünür durur ben meşrepten terziyim, diye, neymiş efendim bunun dedesi de terziymiş, hatta ilçemizin yetiştirdiği mümtaz, meşhur ve itibarlı şahısların türlü libaslarını dikmiş zamanında. Gelgelelim bizim emaneti çırağı salak Ayhan’a vermiş. Ceketin arkasına o zamanın meşhuru Kara Şimşek’in baskısını, dirseklerine de kartal yaması (o vakit Stallone’nin Kartal diye filmi vardı) yapıver demiştim. Ayhan kerestecisi ne yapsa beğenirsin, ceketin sırtına, nerden bulduysa artık, o dizide oynayan herifin (Maykıl Nayt) resmini yapıştırmış, dirseklere de birer kanarya konduruvermiş kıt kafalı. Heyhat, giydik ceketi, Şatır’ın muhallebici dükkânında buluştuk Mualla’yla, şöyle bir süzdü beni, “Sen olmayacaksın Efkâr,” deyip çekti gitti, daha tatlıları bile söylemeden. Sonra işbaşı yapınca, ustam da gördü ceketimi tabii, bir de o vurdu talihsiz kulunuza, hem de o biçim. Önce muhavere edeyim dedi sanırsam, “Cibilliyetine daldığım,” diyerek hafifçe yaptı girizgâhı, ardından bir sağanak, terbiyem elvermiyor diğer dediklerine. Nihai cümlesi de; “Ulan bacağına sıçtığımın kerhanecisi, o üstündeki deriyle kıçını sil,” olmuştu, sonra da gelsin sağlı sollu silleler.

Koymadı tabii, ağlamadım bile, ama bir evvelki yıl hurda toplarken dövüştüğümüz Hamdi’den yediğim dayak hâlâ hatırdadır, intikam defterimde ucu açık bir kalem misali durur, bir gün sokacağım o kalemi ya neyse. Bir keresinde de geç kaldığım için kızmıştı. Normalde ben açardım dükkânı. O, ‘nasılsa Efkâr dükkânı açmıştır’ deyip anahtarını almadan gelmiş, bir de bakmış ben yokum. Geldiğimde ağzında köpükleri hazırdı, “Ulan saatinin akrebine çaktığım, saat kaç lan yüzgecini s.ktiğimin sazanı,” deyip bir tokat aşk etmeye teşebbüs etmişti ki kafayı eğip sıyırdım, sonra ben, neyime güveniyorsam, -serserilik işte- ‘ıska’ deyince yüzde yüz bir verimle ikinci hamleyi suratımda bulmuştum.

Tüm fevri davranışlarına rağmen iyi adamdı ustam. Prensipliydi bir kere, öğle aramız vardı tam kırkbeş dakika, ne yarım saat ne bir saat. O bekâr olduğu için ben ona da yemek getirirdim battal boy sefertasımla. Yemekten sonra da diğer Beyaz Amca gelirdi, ustam ud çalar, Beyaz Amca da söylerdi. Ben de giderek hoşlanır olmuştum onların bu muhabbetinden. Bir keresinde Ferdi Tayfur’dan Tanrım Nasıl Sevdim’i istemiştim de az kalsın üç numaralı makineyi kafama yiyordum, o zaman bu asabiyete anlam verememiştim tabii.

Güzel günler geçirdik ustamla. Şimdi daha fazla anlatamayacağım, eski günler geldi aklıma. Efkârlandım. Duman bürüdü gözlerimi. Kodumun Belediyesi yıktı bizim dükkânı, şimdi Şimşiroğlu diye bir market var yerinde. Ben de ondan sonra berberlik mesleğini bırakıp farklı sektörlerde denedim şansımı. Ustam da Manifaturacı Recep Amca’nın kendilerine tahsis ettiği bir kulübede Milas Musiki Derneği’ni kurdu.

Geçenlerde duydum, Beyaz Amca ölmüş. Ustam da iyice suskunlaşmış, eskisi gibi küfür bile etmiyormuş. Ha bire çalıyormuş: Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime / Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime. Ardından da: Geçti sevdalarla ömrüm / İhtiyar oldum bugün.

Haftaya cuma uğrayıp konservatuardaki çalgı yapımcı arkadaşlara onun için özel yaptırdığım, her tarafı kelebek şekilli sedef kakmalarla dolu ve ince bir telle içinde, Milas’ta Aranan Berber Mehmed Ali’ye yazan udu hediye edip cumasını mübarek edeceğim.

Kuyruklu

Bu anlatılan, bir kır efsanesidir:

Yağmurdan sonra salyangozlar çıkar meydana. Toprak, güzel güzel, toprak toprak kokar ya hani, yüzeyinde hafif kabartılar görünür; o kabarma, toprağın altından yağmurun kokusunu almış olan, toprak üzerinden sızan ıslaklığını tüm vücudunda hisseden ve kafasını açıkhavaya çıkarmak isteyen bir salyangozun teşebbüs süsüdür. Birazdan salyangoz yüzeye çıkar ve nemli toprak üzerinde ağır ağır yol alır. O sırada ellerinde çubuklarla birtakım çocuklar gözlerini kısarak keskinleştirmekte ve toprak yüzeyinde kabartı aramaktadır. “Laayyyt, burda çok var olum, bissürü gortlangeç var burda.” Salyangoz, sümüklüböcek.

Ellerinde tenekelerle, dinmiş yağmurun ardından, ayaklarında çamurdan giderek ağırlaşan çarıklarıyla ıslık çalarak salyangoz arıyorlar. Onları İrfan’a verecekler. Hurdacı İrfan’a, asıl mesleği o ama salyangoz da alıp satıyor. Daha doğrusu İrfan’ın o salyangozları alıp ne yaptığı tam olarak bilinmiyor. Hatta kendisinin yediğine dair söylentiler bile var ama yok canım, Türkler salyangoz yemez. Hani o yaşlarda Müslüman, Hıristiyan gibi, Türk, Kürt gibi bir ayrım yok. Dünya üzerinde ya Türkler var -ki kendileri onlardan- ya da turistler. Ve Türkler salyangoz yemez ama ‘pis’ ‘sünnetsiz’ turistler o sümüklü salyangozları yiyorlar. İrfan onlara satıyormuş onları. Hâlbuki pek turist de olmaz oralarda, arasıra ellerinde fotoğraf makineleriyle okudukları tarihî okulun yanından geçerler sadece, “Hello donkey,” denir onlara hep bir ağızdan. Turistler gülümser. Herhalde kaşla göz arasında satın alıyorlar salyangozları, çaktırmadan.

“Dan dan.” Elindeki salyangoz hortlatma çubuğunu diğer arkadaşına tüfek şeklinde tuttu demin bir tanesi, o ses ondan çıktı.

Akşamları da babaları devralır salyangoz toplama işini. Aralarından bir tanesini seçelim. Adı Ahmet mi olsun? Olsun güzelim olsun. İshak kuşları adları bilinmeyen birer kuştur ve geceleri uzaktan, çok uzaktan gelen sesleriyle ortalığı ürpertiye boğarlar. Çocuklar, karanlıkta gördükleri her karaltıyı giderek büyüyen birer insana yorarlar. İshak kuşları şimdi, bunları hatırlayan bir çocuk için rakı şişesindeki bir kapaktır. Bunların anlatıldığı kimseler için de öyledir belki. Ses duyulur ve kapak açılır. Babalar dişlerini rakıyla beyazlatır. Şehrin, eteğine kurulduğu dağa çıkarlar ellerinde fenerlerle, Ahmet de dam başına çıkıp babasını gözetler çook uzaktan. Gördüğü onlarca ışıktan birini babasının elindeki ‘üç pilli’nin ışığına yorar. Bissürü baba vardır o vakit dağda, kar yok, çamur, sadece kar niyetine, her yerde.

Baba, dayı, amca, erkek, dağdalar. İşlerinden gelince dağa çıkarlar, ikinci mesailerini de orada yaparlar. Başka türlüsü olmaz. Bazen o yorgunlukla eve döndüklerinde salyangozların içinde olduğu tenekenin ağzını sıkıca naylonlamadıklarından tüm sermayeleri toprağa kaçar. Tecrübeye bakmaz bu iş, kaderdir kısmettir, nasiptir veya değildir. Salyangoz ki her delikten tüyebilir. Çocuklar da öyledir. Tenekenin üzerine taş koymak yetmez, naylon olacak, sıkı olacak, onun üzerine birkaç şeyle bastırılacak. Para var onun içinde, yani hayat, salyangozların ölümüne bağlı bir hayat. Büyük turist küçük salyangozu yer, bu mudur?

Sabahçı olan Ahmet okuldan döner dönmez siyah önlüğünü çıkarır. Vakitler o vakitler işte, siyah vakitler. Ve koşarak arkadaşlarının yanına gider, ellerinde birer teneke, üzerinde mobil delvac oil yazar, misal. Salyangozları tenekeye doldururken, solucanları da tavuklara vermek üzere bir poşete, kurumamaları için biraz nemli toprakla birlikte. Ama hayır, ‘nem’ diye bir kelime henüz girmedi sözlüğüne, sonradan girecek, birkaç yaş daha sonra, ‘gam’la birlikte.

Elinde çubuğuyla, büyük bir hırsla, gördüğü kabartıyı dürterek çıkarır salyangozları. Birer birer. Bir hamle daha yapar bir seferinde. Fakat o da ne? Çubukla toprağı dürtmesiyle birlikte topraktan küçük bir şey fırlar ve eline düşer. Atmaya çalışır atamaz, yapışır. Silkeler iyice ve ne’den sonra düşer o ‘bir şey’. Ağır ağır yürüyerek uzaklaşır, Ahmet eline bir taş alır o şeyi öldürmek için fakat o g ü c ü bulamaz bir an… te n e k eyi el ine a lır y av aşç a ve fakat bedenine bir soğukluk yayılır. Taşıyamaz, İbo’ya, “Olum bana bir şey oldu, eve gidiyom ben,” der. İbo şaşırır önce, sonra, “Salyangozlar?” der. “Senin olsun.” Koşarak, ama uyuşarak eve gider.

Girişte eli metal kapıya değer değmez, ayağını betona atar atmaz tekrar hisseder soğukluğu, üşür. Annesine seslenir: “Annee, beni bir şey soktu.” Annesi şüphelenir, “Nasıl bir şey oğlum?” “Bilmiyom ama küçük sarı bir şey.” Hay Allah, bu kış ortasında pek ‘kuyruklu’ da olmaz ama. Sonra, halının üzerine eliyle çizer o hayvanın şeklini, böyle kıskaçlı bir şey. “Yürü, Lütfü Amca’ndan rica edelim de bizi hastaneye götürsün.” Aynı avludaki halaya seslenirler, hala da anlar ‘kuyruklu’ soktuğunu, ve, ‘telaş etmemelerini, bir jiletle bilekten biraz kan akıttılar mı bir şey kalmayacağını’ söyler. Anne kıyamaz, Ahmet korkar.

Doğru hastaneye. Hemşireye anlatılır, doktora anlatılır, serum vurulur hemen. Hayvanın küçük olması sevindiricidir. ‘Akrep’ varmış bir de, onun büyüğü, o olsaymış daha kötüymüş. Dört saat yatar ve sıra dışı bir reaksiyon görülmediği için taburcu edilir Ahmet.

Bissürü yeni kelime öğrenmiştir bahaneyle.

Tamirci Muslukçu

Çocukluğumda, büyük şehirlerle küçük şehirler arasındaki farklardan biriydi sokaktan satıcıların bağırarak geçmeleri. Bunu İzmir’e gittiğimde fark etmiştim. Yeşilyurt Çocuk Hastanesi’nin ilk katında bronşit tedavisi görüyordum. İlk günlerde sabahları çok garipsediğim sesler geliyordu sokaktan. Babama sorduğumda söylemişti onlar satıcı diye; sütçü, patatesçi, kalaycı, vesaire.

Hayatımın ilk kompleksini bu durum oluşturmuştur, çünkü bizim köyde böyle satıcılar olmamasının yanı sıra, onların dolaşabileceği bırakın dar olanını, sokak kavramı bile yoktu. Adres diye bir şey de yoktu, askerde olan dayımdan mektup gelirdi de kahvehaneye bırakılırdı: Muhsin Mahsun Hazinses eliyle Efkâr Hazinses’e diye. Muhsin Mahsun Hazinses, babam olur.

Yüksek tahsil için İstanbul’a geldiğimde, kaldığım yurttaki ilk sabahlarımda tekrar satıcı sesleri duymaya başladım. Ama bir tanesi vardı ki daha önce hiç duymadığım bir makamda sesleniyordu: ‘tamci muukçuu.’

Beşiktaş’taydım. Yurttan pek de farkı olmayan bir zemin kat altı dairesine çıktım. Sokaktan her araba geçişinde mutfakta bir şeyler yıkılıyordu. Evde arkadaşlarla türlü geyikler yapıyorduk, ölülerle aynı hizada yatıyorduk örneğin. Ev o kadar dipteydi ki fay hattı üzerimizden geçtiğinden depremde bize bir şey olmayacaktı. Birinde gece yarısı bir sarsıntıyla uyandığımızda Marmara Denizi’nde yolunu şaşıran bir balinanın çarptığını düşünmüştük. Beslediğimiz böcekler, yetiştirdiğimiz mantarlar, masanın üstüne sandalye koyup sokağa bakma çabaları, bunları herkes konuşmuştur zaten.

Sonra gece uyuyamayıp veya alkol muhabbetlerini sabaha karşı martı düdükleriyle sonlandırıp sabah uyanamamaklar. Okula gidemeyişler. Ve öğlene doğru uykuyu bölen o ses. Böyle hafif katranlı, doğulu bir ses, yüksek bir nida olmasa mistik bir havası olacak ama bağırıyor. Ne dediğini anlamak için özel ilgi gerektiren bir ses. Simitçi, bozacı filan değil. Ve ardından önlenemez bir merakla sokağa koşma.

Başında kasket, farklı dünyalara ait bir ceket ve pantolon, ayağında çarık. Kolunda bir çanta. İlaç mümessillerinin taşıdığı çantalardan ama eskitilmiş, yıpratılmış, bir çöplükten bulunduğuna sevinilmiş gibi. Fermuarın kapatmaya elvermediği dolulukta ve ağzından birtakım metal parçaları ve keten parçaları görünüyor. Sonra bir daha yakalıyorum bağırırken ve anlıyorum ne dediğini: ‘tamirci muslukçu.’ Anlaşılan o ki bu adam tamirle, muslukla ilgili bir iş yapıyor; tamir ve musluk, satılan şeyler değil, o zaman ne iş yapıyor bu adam?

Bu defa da işin felsefesine iniyorum. Beşiktaş gibi bir ilçe merkezinde bu adam ne iş yapar? İnsanlar muslukları bozulduğu zaman bu adamın geçmesini mi beklemektedir? Her sokağa veya mahalleye bakan ayrı bir ‘tamirci muslukçu’ mu vardır? Tam bu adam sokaktan geçerken bir musluğun bozulma olasılığı nedir? Sadece musluk tamirine mi bakar, diğer tesisat işleri için başka adamlar mı dolaşıyordur? Bu adam dükkân açmaya gücü yetmediği için mi seyyar haldedir? Bu adamların örgütlenme sistemi nasıldır? Bağlı oldukları bir sendika veya sivil toplum örgütü var mıdır? Haklarını kim savunuyordur? Genelde meslek sahiplerinin toplandıkları yerler bellidir, peki demiryolcular kahvehanesi gibi ‘tamirci muslukçular kahvehanesi’ gibi bir yer de var mıdır?

Bu gibi var oluş taklidi sorular üzerinde çok kafa yordum, okula gitmeyip bunları düşünüyordum. Etrafta tesisatçı dükkânları da vardı ama bu adamların da para kazanması gerekiyordu. Kapitalizmle bir ilişki kurabilir miyim diye düşündüm, beceremedim.

Her öğrenci evinin tuvaletinde, banyosunda muhakkak bir sorun vardır. Fakat bizim evde de sadece tuvalet ve banyoda sorun yoktu, onun haricinde tavan dökülürdü, pencere kendiliğinden havalandırmalıydı, kapı kavramı yoktu ama bir musluk su kaçırır, veya ne bileyim sifon çalışmaz da kovaya su doldurup dökersin değil mi? Şaşırtıcı ama yoktu bizde böyle sorunlar. Yerin o kadar altında, o nem içinde akrep bile çıktı ama banyo ve tuvalet –zaten öğrenciliğimde ikisinin ayrı olduğu bir evim olmadı benim, o yüzden kısaca ‘balet’ diyorduk biz- yerdeki yosunları, tenyamsı hayvanatı saymazsak sapasağlamdı.

Ve nihayet, bir zaman sonra beklenen gün geldi çattı. Sabah –öğlen diyelim- zar zor kalktım. Sadece ben değil, radyom da akşamdan kalmıştı, ağır ağır söylüyordu Müslüm Gürses: Dünya tersine dönse vazgeçmem / Gökteki güneş sönse vazgeçmem. Gene ağır bir güne uyanmıştım, belliydi. “Krala selam, damara devam,” deyip tuvalete yöneldim. İhtiyaç giderip yüzümü yıkadım, aynaya bakmakla bakmamak arasında bir süre tereddüt ettikten sonra baktım ve kendime küfrettim. Zaten eski alışkanlığım olan ‘bismillah’la güne başlamanın yerini küfürler almıştı. Hazinsesli Efkâr, sarı rengin huzurunun peşinde dolanırken hazinsel sararmalara boyanmıştı.

Tam musluğu kapattım ki ne göreyim? Bir hamam böceği, lavaboyu hamam mı zannetmişti ne, şaşırmadım. Fakat esas ‘ki ne göreyim’ diyeceğim şey bu değildi, musluk kapanmıyordu. Bir çevirdim iki çevirdim, sabah sabah güçsüz kollarımı seferber ettim, ne yaptıysam kapanmadı. Öyle bir sevinçle çığlık attım ki lavabonun derinliklerine doğru; o altı delikli metal aksamın tüm deliklerinden geçip borulara doğru ilerledi, oradan kanalizasyona atlayıp Splinter Usta’nın ve öğrencilerinin kulaklarını sağır etti. Evet, musluğumuz su damlatıyordu, muhtemelen contası bozulmuştu ama benim gibi bir zontanın çözebileceği bir şey değildi bu sorun.

Çünkü benim ‘elektro’ ve ‘hidrofobi’m var. Yani elektrikle ve suyla çalışan cihazlardan korkuyorum ben. Örneğin bir fişi prize takarken bile, korkudan, doksan dakika libero oynamışım gibi terler boşalır üstümden. Öyle bozulan bir cihazı tamir edeyim filan, hiç işim olmaz. Komşu ziyaretlerinde benim annem hiçbir zaman, “Bizim oğlan aslında çok zeki. Küçükken; radyoları, fırını tamir edeceğim deyip de açmadığı elektronik cihaz kalmadı evde, kimisini bozardı, kimini de gerçekten tamir ederdi,” gibi sözler edemedi. Zaten evde kıçıkırık bir pikaptan başka alet yoktu. Şimdi bile, şu umumi tuvaletlerde elinizi kurulamanız için uzatınca kâğıt çıkaran aletler var ya, onlardan korkuyorum, tam elimi yıkayıp dalgın bir şekilde elimi uzatıyorum ve oradaki kırmızı ışığın yanıp sönmesiyle alet kâğıdı uzatıyor, ama ben bin pişman, elimi kapacak bir canavarmış zannederek kaçıp gidiyorum, kâğıtcağız öyle sallanıp kalıyor makinenin ağzında, pantolonum ne güne duruyor, onunla kurularım.

Bir de ‘hidrofobi’ dedik -bu kavramları salladım tabii-. Sulu cihazlardan da korkarım, mesela çamaşır makinesi çalıştıramam asla, her an kapağı açılabilirmiş ve evin içi su dolabilirmiş gibi gelir, veya hızlı kurutmaya geçtiğinde hareket edip tüm evi tavaf edeceğinden korkarım. Banyo yaparken gözümü açmazsam banyo tavana kadar su dolacak ve boğulacakmışım korkusundan asla gözlerimi kapatmam, gözlerimin şaşı bakmasını da maruz kaldıkları arap sabununa bağlıyorum. Su akıtan musluklar her an patlar da evi su basabilirmiş gibi gelir. O yüzden musluğun bozulduğunu fark edince hemen bir çözüm yolu aradım ve işte günler önce beni kara meraklara salan ‘tamirci muslukçu’yla yollarımız bu noktadan sonra kesişti.

Musluğun bozulduğu gece erkenden yatıp sabah erken kalktım, bir yumurtayı sütle çarptım, abarttığımın farkına vardım. Soteye yatıp, pencere hizasına gelebilmek için çalışma masamın üzerindeki sandalyede ‘tamirci muslukçu’yu beklemeye koyuldum. Babamdan kalan bir alışkanlıkla, eve böyle bir amaçla adam çağırınca önceden sigara alırım ki, adam hem az para alsın, hem de sevinsin. İllâ öyle kaliteli bir şey almak gerekmez, zaten bu adamlar öyle ‘malboro’ ‘kamel’ derdinde değildir. Harbi tiryakidirler, ama yabancı sigara içtiklerinde de keyiflenirler, o yüzden bir kısa ‘Winston’ aldım.

Ve o beklenen an; yokuşun başından önce sesi geldi, sonra şapkası göründü. Yürüdükçe gövdesi de görüş menzilime girdi –Magellan’ı andım, Allah rahmet eylesin-. Hemen dışarı çıkıp, “Dayı, benim musluk bozuldu, bi bakar mısın?” diye rica etim. Eve girene kadar ses çıkarmadı, sonra girer girmez sanki uhrevi bir çekimle ‘balet’e yöneldi. “Sigaran var mı?” dedi, paketi açıp verdim, sesini çıkarmadan yaktı.

Sonra şöyle bir musluğa baktı. “Ulan beni zengin edeceğine, dışardan iki lastik alıp takamadın mı şuraya?” deyince sesimi çıkaramadım. “Ne biçim erkeksin sen, ilerde karın boşar valla haberin olsun,” diye devam etti paylaması. “Yavaş yavaş öğreniyorum dayı,” deyip sustum. Napayım, durup da, ‘benim yok şu fobim bu fobim var’ diye kafa mı ağrıtayım?

Suyu ana vanadan kesip, başladı söküp takmaya, bir sigara burada bitti. Ve sigarası hiç düşmüyordu ağzından. Uzayan külü ortalığa dökülüyordu ama hiç oralı olduğu da yoktu. Ağızda sigara, gözler hafif kısık, bir elinde keten, diğer eliyle sarıyor. Böyle böyle adam dört sigara içti ve elini sadece sigarayı yakarken kullandı.

Tek kelimeyle hayran oldum. O andan sonra alacağı paranın hiçbir değeri kalmamıştı gözümde, çünkü sigaranın içici üzerindeki estetik duruşuna son derece önem veriyordum ve en büyük fantezim bir sigarayı elimi hiç kullanmadan içebilmekti. Bu adam hem estetizmde tavan yapıyordu hem de elini hiç kullanmamıştı.

Yüz milyar borcum olsaydı da böyle sigara içebilseydim.

Yanlışlık

Aramızda bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kişi tarafından tanınan cevval karakterimiz Efkâr Hazinses, görüşmediğimiz zamanların ardından yaslı gitmiş, şen gelmiştir, aç koynunu o gelmiştir. Kendisine yönelttiğim, “Sen hiç kalabalıkta anne diye başkasının elini tuttun mu lan Efkâr?” soruma karşılık, olayı Hacivat-Karagöz münasebetine çekmeyi düşünüp, “Ben hiç alabalıkla zenne diye taş kasının belini bükmedim,” gibi saçma bir cevap vermiş, verdiği cevabın saçmalığının bilincine kendisini daha uyarmadan vararak, “Madem sordun, o halde sana bu sorunla ilgili bir hatıramı nakledeyim,” buyurmuştur. Bana da aktarması düşer, gökten de üç elma.

Belki konuyla pek ilgisi yok, nitekim bu herif kalabalıkta hiç anne diye başkasının elini tutmadı. Ben biliyorum, çünkü annesi yoktu, onu doğururken ölmüştü. O nedenle acısını deşmeden, kendisine hem analık hem babalık yapan sarhoş babasıyla yaşadığı bir olayı anlatayım.

Sarhoşzedelerden Efkâr, henüz kendini sağlı sollu ismine (efkâra) batırıp bulamadan, ve dolayısıyla ateşlere atmadan (hani balığı sağlı sollu una bulayıp tavada kızaran yağa atarsın ya, burada bu metaforu kullanmış metafor züppesi) önce, takriben yedi yaşında filanken, dünyadan anladığı sadece bakkal vitrininde filelere sarılmış plastik toplar iken, babasıyla köyde düğüne gider. Babası (Muhsin Mahsun Hazinses olur kendileri), Efkâr’ın eline birkaç kuruş verip, “Skttrriiiii,” narasıyla bulunduğu mıntıkadan uzaklaşmasını istemiştir çünkü köy meydanında kurulan bol rakılı, bol mezeli düğünde rahat rahat rakısını içecek, kafayı bulduktan sonra davula selam çakıp, zurnaya nazır, zeybeklere rahmet okutacaktır. Aklı zaten bir karış havada olan oğlu, onun o hâlini görür de özenir diye de ona arkadaşlarıyla top neyin oynamasını, çember member çevirmesini, ama yüz buldu diye çaya atlamamasını yoksa gelip onu sağ ve sol elinin ayalarına bulayacağını (yine mi aynı metafor be dayı) telkin etmiştir. Efkâr da ortamdan bir koşu uzaklaşıp, büyük bir coşku ve komünizm anlayışıyla arkadaşlarını toplayıp, “Lan oğluuum, Memet, Recep, babam bana para verdi, hadi dondurma yiyelim,” der, der demesine de laf aramızda babasının verdiği para ancak iki kişinin dondurma yemesine yetecektir ve bu durumda babasından ek para istemek durumunda kalacaktır.

Düşünürler taşınırlar; fikri ortaya atan odur, ve eğer biri babasından para istemek zorundaysa bu işi yapması gereken kişi de odur, çünkü eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş, ağızları sulandırmış, dilleri burmuştur, ve bunu çözmek zorundadır. Buna pek anlam veremese de (burada biraz siyaset yaptı komünist ahlak ve sosyalist paylaşım ideası hakkında ama konudan fazla uzaklaşmamak için ben sansür koyuyorum) kafasında arkadaşlarını haklı çıkarıp babasının yanına dönmek üzere; iki davul, iki zurnadan mürekkep esmer orkestranın yürekleri kâh gümlettiği kâh kederle inlettiği meydana ilerler. Bu sırada hâlâ babasından parayı ne yüzle isteyeceğine dair senaryolar yazmaktadır (hatta rivayet odur ki kendisinin yazılı veya sözlü anlatım üzere vasatın azıcık üzerinde bir beceriye sahip olmasının sebebi küçüklüğünden beri peşinden ayrılmayan baba korkusu ve bu korkudan yırtmak için yazdığı senaryolardır).

Düğün alanına doğru yürürken bir bira kutusuna tekme atıp yoldan geçen bir teyzeye isabet ettirmesin mi bizim sakarlık müessesesi, teyzeden küfür yememek için uçaradım masaların kurulduğu, rakıların taca oturduğu, pancar salatasının kırmızısının kalpleri hoplattığı, ‘uzun ince bardaklarımız vardı’nın gerçekten de var olduğu, limonun sıkım sıkım sıkıldığı, bir cins isim olarak efkârın buram buram koktuğu meydana gelir.

Aniden geldiği için de, kendini bir anda İstanbul’da bulan taşralı gibi, cüceler ülkesinde bulan dev Gulliver gibi, rakip yarıalanın sıkı ettenduvar defansı içinde bulan tek santrafor gibi (…) hisseder. Bu hissedişe iyice vakıf olup sindirdikten ve ifraz ettikten sonra gözleriyle babasını arar. Ve babasının ilerde sağdan üçüncü masada arkası dönük biçimde oturduğunu görür.

Hava sıcaktır, zaten bu yüzden de dondurmaya sarılıp soğuklayacaklardır ya (gerçi bunun konuyla ilgisi yok), babasına yaklaşmaktadır ve o da ne; babasının gömleği yukarı doğru hafifçe sıyrılmıştır, popo çatalı gözükmemekle birlikte onun biraz üzerindeki, erkeklerde sıklıkla görülen, hatta konuyu şirinleştirmek için çırpındığı aşikâr olan bir rivayete göre tavşan tüyleri olarak anılan ‘üstderiürünüolanipliksiuzantı’ları (bildiğiniz kıl) fark eder. Kendisi de şirinlik muskasıdır ya, aklınca babasına şaka yapmak isteyip, isteyeceği paraya zemin hazırlayacaktır; ama nasıl?..

O tüyleri hafifçe çekerek.

Yavaşça yaklaşır arkadan, tam da adam rakı bardağını kaldırdığı sırada elini o kara tüylere uzatır ve yakalayabildiği kadarını çeker (hani tek mi çift mi hesabı) ve fakat elinin muvazenesi tutmamıştır ve tuttuğu tüyleri maalesef ki biraz hızlıca çekmiştir (gerçekten de o bilindik eşek şakası tek mi çift mi hesabı), ve adam şşööyyllee ağırca dönüp bakar:

“Napıyon lan keraneci?”

Susar bizimki, hatta zorlasak ‘afal afal susmak, aval aval pusmak’ diye de bir deyim bile türer buradan.

“Kimsin oğlum sen?”

Evet, kimdir Efkâr o anda, yerin kaçıncı katına inmiştir henüz adam ikinci cümlesindeyken, daha çok yolu var mıdır acaba? Veya bu bakışların ardından şöyle güzel bir bulamaç gelip, çatıp dayanacak mıdır sağlı sollu yanaklarına? Veya Allah’ın sopası var mıdır ki ona müracaat etse de cezasını o verse?

“Siktir git lan, almiim ayağmın altına seni, zibidi.”

Tozaradım uzaklaşır Efkâr. Bir daha kimseyi, sadece arkadan görünüşüne bakarak tanıdığını düşünmeyecektir.

Şıpıdık Terlik Meseli’ne Dair Bir Masal

 

Tarih sayfasının yeni açılmaya başlandığı antika çağlarda, Mylasa kentinde bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Babası, sertliğiyle nam salan Çatıkkaş Tristan, annesi ise cihan yandı Jennifer Sultan imiş. Çocuk da gürbüz mü gürbüz, endamlı mı endamlı, yakışıklı mı yakışıklı imiş ama gene de on yaşına kadar kendisine konulacak isim bulunamamış -ta ki beyzademiz namına en yaraşır ismi kendisi bulana dek-.

Hikâyesinin ilk çağlarındaki İsimsiz Bey’imiz, avlanmaya pek meraklı imiş, elinde kendi imalatı olan çifte su verilmiş çift kırmalıyla sabahtan akşama kadar, o dağ senin bu dağ benim dolaşırmış. Zavallı bir ava her rastlayışında avının elinden kurtulamayacağının bilincinde olmasının verdiği rahatlıkla isterik kahkahalara bürünecekken ağzından sadece ‘ha’ sesi çıkarmış, sonra ateşlermiş silahını ve ortalık ‘kan’ gölüne dönermiş, adı da böylelikle ‘hakan’ olmuş. Kendi adını kendisi koymuş-muş, bırakalım öyle kalsın-mış. Buluğ çağına girdiğinde birden bir vahiy gelmiş, gözleri parlamış ve ‘ben Türk’üm, ben Türk’üm’ nidalarıyla ortalığı kasıp kavurmuş. Tarihteki ilk Türk kendisidir, üstelik anadan doğma değil kendiliğinden olmadır.

Gün günü takip etmiş, Hakan Bey’imiz büyümüş. Büyürken babası onu hayatı öğrenmesi için bazı işlere yollamış, yaptığı işler arasında kronolojik sırayla traktör tamirciliği, bakkallık, oto yedek parça satıcılığı, halıcı yamaklığı, yat rehberliği, servis elemanlığı gibi işler de varmış. Hayatı öğrenmiş, insanları öğrenmiş, çok affedersiniz bambaşka şeyleri de öğrenmiş ve en sonunda kahramanca savaşlar neticesinde Karya Uygarlığı’nın Beyi olmuş, memleket tutkusu ve ayrıca Türk olmasının verdiği kudretten milliyetçilik duygusu nedeniyle doğduğu şehre hizmet etmek istemiş ve Mylasa’yı başında bulunduğu uygarlığın başkenti yapmış. Dayısının oğlunu da belediye başkanı olarak atamış.

Zamanın gereği Olympos ve Atina tanrılarıyla iyi geçinmek durumundaymış. Ki Hakan Bey zaten özünde iyi bir adammış. Hatta rivayete göre bir önceki yıl yapılan ‘âlemin en delikanlı kralı’ yarışmasında birinciliği kimseye kaptırmamış, kendisiyle yapılan röportajda verdiği demeçte de ‘delikanlılığı bırakmayacağını’ özellikle vurgulamış. Hakan Bey’in en önemli takıntılarından biri –laf aramızda biraz obsesifmiş kendileri- yumurta topuklu ve sivri burunlu ayakkabı, üstüne İspanyol paça pantolon ve Sadri Alışık -Allah rahmet eylesin- gömleği giymesiymiş. Kendine has bir tarz yaratarak milyonları arkasından sürüklemeye de kararlıymış, ancak siz de bilirsiniz ki -o zamanlar Cemil İpekçi ne arar- diğer antika krallar modayı ellerinde tutarlarmış. Kimse onların da giydiği ‘şıpıdık terlik üstüne sarmalanmış bir peştamal ve kafada taç’ harici bir şey giyemezmiş, herkes tek tipmiş. Hakan Bey’le aralarındaki ilk ve tek ihtilaf da bu sebepten kaynaklanmaktaymış. Diğer krallar, herkesin tek tip olmasını ve fakat kendilerinin sade vatandaşlardan sadece giydikleri şıpıdık terliklerin kaliteleri ve renkleriyle ayırt edilmelerini isterken, Hakan Bey’imiz ‘toplumda oluşan bu tek tip insanların yaşayış tarzları, kapitalist yaşam düzeninin insanlara dayattığı bir biçimdir; sade vatandaş, komprador burjuvaziye boyun eğmemelidir’ felsefesini şiar edinmiş.

Aralarındaki soğuk ve psikolojik savaş devam ederken bir gün Kaf Dağı’nın ardındaki diyarlardan, Zümrüd-ü Anka kuşunun habitatından bir ‘güzel’ çıkmış gelmiş. Bir kaynakta adının Mal Hatun (bu kaynakta daha bilgi verici olsun diye Audrey Hepburn’u andırdığı da not düşülmüştür, ancak görmedik, bilmedik, bir yorum yapamayacağız bu konuda), diğerinde ise Papatya Yüzlü Kelebek Sultan (böyle bir şeyin nasıl olduğu konusunda da bilgimiz yok ama boşuna teşbihte hata olmaz dememişlerdir) olduğu söylenir, ancak adı mevzu-u bahis değil, yaptığı iş önemlidir (ayinesi iştir kişinin…).

Kendisi 1976 basımı Meydan Larousse’a göre tarihteki ilk tüccardır, ancak ne ticareti yaptığı bu ansiklopedide yer almamaktadır. Fakat takdir edersiniz ki bizden bir şey kaçmaz, biz bu hanımın ne ticareti yaptığını da yoğun araştırmalarımız ve kazılarımız neticesinde bulduk çıkardık. Kendisi ‘şıpıdık terlik’ satıcısı imiş, üstelik toptan fiyatına perakende vermekteymiş. Salı günleri kurulan İonya halk pazarında üstüne satıcı tanınmaz-mış, satışta eline su dökecek insan daha anasının karnından doğmamış-mış. İnsanlar bu hatunun güzelliğine kanıp terlik üstüne terlik satın alırlarmış, özellikle Abezan ailesinin erkekleri. Güzel olmasına güzelmiş amma ve lakin güzelliğinden de medet umulmazmış.

O sıralarda elbette Karya Kralı Hakan Bey’in şehirdeki bu güzel’den haberi yok, onun meşgul olduğu daha önemli dertleri, ıstırapları var. Sağ ve sol ayağının başparmağının sol alt tarafının yukarı bakan kısmında çıkan nasırlar. Kralımızın gecesi gündüzü birbirine karışmış, uyku uyuyamaz olmuş. Ne kekik suları, ne kuzukulakları, ne ebegümeciler, ne karahindibalar, ne katırtırnakları, ne müsellim otları derman olmamış derdine. Tabii kral bu durumdayken ona tâbi olan halk tahmin edersiniz ki daha beter durumda. Kralımız acı çektiği, üşüdüğü ve aç olduğu zamanlar tozu dumana katan cinsten biriymiş. Böyle durumlarda yanına yaklaşmamak icap edermiş, aksi takdirde günümüzde bisküvisiz çay saati düşünülemediği gibi kralın hışmına uğramadan kurtulmak da düşünülemezmiş. Ne büyücüler ne cadılar ne üçkâğıtçılar kellelerini kaybetmiş kralın ayaklarındaki nasırları iyileştirmek uğruna. Sanılır ki Orhan Veli Efendi de meşhur şiirini (Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırından çektiği kadar / Hatta çirkin yaratıldığından bile / O kadar müteessir değildi …) aslında Hakan Bey’e yazmıştır ancak hışmından korktuğu için ismini Süleyman Efendi diye değiştirmiştir.

Kaf Dağı ve Uzak Diyarlar Güzeli Mal Hatun, kralın ıstırabını duyup huzuruna çıkmak için destur istemiş ve iyileştireceğine dair ant içmiş. Çıkarmışlar bir umut. Kral büyülenmiş ama bozuntuya vermemiş, hatta dili damağı kurumuş güzelliği görünce fakat serde krallık var ne de olsa, çaktırmamış. İçinden bir ‘vay anam’ çekmiş. Hatun kişi, “Bakın kralım, şu elimde görmüş olduğunuz bir çift terlik, sahibi olduğum Şıpıdık firmasının ürettiği, anatomik tabanlı, dört nokta etkisine sahip olan, içinde bilumum polyester, politetrafloretilen, polivinilklorür bileşenlerini içeren, son teknoloji plastik enjeksiyon kalıplama yöntemiyle imal edilen bir çift terliktir, yani alelade bir çift terlik deyip geçmeyiniz, ayıpların en büyüğünü etmiş olursunuz, ayrıca patent kanunu henüz kanun hükmünde kararname olduğundan terliklerin imalatçısının ben olduğumun belirtilmesi ve telif haklarımın çiğnenmemesi için başında mutlaka ‘şıpıdık’ kelimesiyle anılmasını rica edeceğim. Her neyse devletlû efendimiz, lafı uzatmayalım, derdinizin dermanı bu terliklerdedir, aldınız aldınız, almazsanız ömür boyu bu ayaklarınızın ağrısının sebebinin akılsız başınız olduğu paranoyasıyla yaşarsınız. Üstelik sezon sonu olduğu için iki alana bir çift de hediye ediyoruz. Size bir de kral kontenjanından indirim yapıyoruz efendim. Referans içinse Heraklia Uygarlığı Kralı Sararon’a danışabilirsiniz, daha geçen ay iki çift verdim, kendisi olayı abartıp Şıpıdık Terlikleri Uygarlıklar Şubesi açmak için yardım etmemi istedi. Her krala lazım efendim. Bu terlikle her akşam güneş batarken yüz on at boyu yol yürürseniz üç gün sonra hiç bir şeyiniz kalmayacaktır, yalanım varsa suratım şu şıpıdık terlik gibi ikiye ayrılsın, gözlerim başparmağınız gibi olsun. Karar sizin beyzadem,” deyince, Hakan Bey denemekten zarar gelmeyeceğine karar vermiş ve denemiş. Gerçekten de güzeller güzelinin dediği gibi kralın ayakları iyileşmiş, hatta tabiri pek caiz değil ama at nalı gibi olmuş. Çifte atsa bir duvarı yerle bir edeceği söylenirmiş.

Kral bu güzel kadına teşekkür üstüne teşekkür etmiş, “Dile benden ne dilersen,” demiş. Mal Hatun da, “Krallığı bırakmasını; kendisiyle kırlara, bayırlara çıkmasını; şıpıdık terlikleri ayağından hiç çıkarmamasını; deniz manzaralı tek göz bir kulübede geri kalan hayatlarını geçirmek istediğini; çoluk çocuğa karışmak istediğini; bu fani dünyanın dertlerinin kendisini artık çok yorduğunu; krallığın ve diğer koltukların hepsinin fani olduğunu; kefenin cebi olmadığını ve bilumum güzel şeyi; salıncakları, tavuskuşlarını, kurbağaları, renkli deniz balıklarını, papatyaları,” anlatmış.

Kral da bir kelebek ömrü düşünmüş ve teklifin çok cazip olduğuna karar vererek elini eteğini çekmiş tüm dünya işlerinden.

Onlar ermiş muradına, biz inşallah çıkacağız kerevetine.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muavin

 

“Things have changed this time around

I’m on the rocks and looking down

And i can’t see for all the darkness ‘round here

You’re in Spain and you’re walking free

I’m inside without the key

Feeling sick and angry towards you”

Morcheeba, Col1

             İnanır mısınız, otobüste bu şarkı çalıyordu. Dışarıdan bakıldığında bildiğiniz belediye otobüsü. Yeşil, ‘akbil’li, öten cinsten. Dışarıda kar olmasına rağmen içerisi otobüslerde hiç alışık olmadığımız cinsten sıcak. Ayakta kimse yok. Ve bu şarkı kulaktan kulağa oynuyordu. Dinlemediyseniz bilemezsiniz. Dinleyin ve onun refakatinde tekrar başlayın okumaya. Herkesin kafasında birer şarap kadehi dolacağına eminim.

            ‘X’ istikametinde gidiyorduk. İnsanlar duraklarda bu otobüse binebilmek için birbiriyle yarışıyordu ama her durağın sadece bir yolcu kontenjanı vardı. Jürinin tek üyesi şoförse, sadece kendi beğenisine göre yolcuyu güzelliğine bakarak seçiyordu.

            O hâlde ben ne mi arıyordum? Torpilliydim, yoksa ne işim vardı o güzel otobüse binip giden o güzel insanların arasında.

            O güne kadar hiçbir yerde rastlamadığım bir eşitlik söz konusuydu karşıt cinslerin sayısı bakımından. Tabii eşcinselleri de cins ve karşı cins olarak ele alıyorum, onlar da yan yana oturuyorlardı.

            Melodisini ihmal etmeden hep birlikte:

“Bir bilmecem var çocuklar.”

“Haydi, sor sor sor.”

“Tek yalnız oturan kimdir?”

“Yalnız, deyince akla, hemen senin adın gelir: Ati, Ati, Ati.”

Ve o duraktan binen yolcu. Geldi yanıma oturdu. Güzelliğini tam irdeleyemedim aslında, çünkü burnunda bir hızma vardı ve ben o hızmaya kilitlenmiştim. Bende hep böyle olur; nesneler aşırı dikkatimi çeker, başka bir şeye mümkün değil yoğunlaşamam, bir de âşık olurum ki o zaman hiç çekilmem.

Bir keresinde yazlık bir beldede mısır satarken, bir turistin göbeğindeki ‘metal’e (piercing) âşık olmuştum da kırık dökük İngilizcemle düzmediğim övgü kalmamıştı. Hatta aklımda kalan bir dörtlüğünü yazıvereyim hemen, Türkçe okunuşuyla da uyaklı muyaklı bir şeydi:

“Oh dear, your belly button ring

I guess the world turns around it

Moreover it bursts my emotional tearing

If not, i will fall from a distance one thousand feet.”

Sonra potansiyel sapık diye beni iki gün içerde tuttular, bu Şoför Bey kurtardı gene sağ olsun.

Evet, nesnelerden bahsediyorduk. Gelen yolcunun hızmasına vuruldum tahmin edildiği gibi.

“Merhaba, boş herhalde?”

“Merhaba… Titanyum?”

“Anlamadım?”

“Titanyum alaşımı mı? Biraz da krom-nikel vardır sanırım.”

“Ne diyorsunuz?

“Çok güzel, gerçek bir metal. Mat görünümlü parlak. Biyouyumlu. Fevkalade.”

(Anlamsızca bakarak susar).

(Hızmaya odaklanarak). “Şey… Ben… Hoş geldiniz. Demin saçmaladım sanırım.”

“Estağfurullah.”

Sessizlik oldu bir süre. Evet, ben onun hızmasına bakarken o da maalesef herkes gibi benim sağ gözümün çaprazındaki ‘ben’e odaklanmıştı. Tam gözümü zar zor hızmasından kurtarıp gözüne nişanlamışken, bir de ne göreyim, benim on yenikuruş büyüklüğündeki benime bakıyordu. Lanet olası. Hep annemin suçu. Bana hamileyken kendini bilmezin biri; “Ciğer ye, çocuğun yüzünde ben olur, güzel durur,” demiş. Annem de kendini ciğere vurunca ne beklersiniz, evdeki hesap çarşıya uymamış ve yüzümde nerdeyse ciğerin kendisi kadar bir benle doğmuşum. Daha fazla anlatamam, aklıma geldikçe yüzümü doğramak istiyorum. Parayı bir denkleyebilsem estetik yaptıracağım ama bu muavinlik de insana para kazandırmıyor ki.

Bir süre çapraz, şaşı ve şehla bakışlar ardından sıra gözlerimize gelebildi nihayet.

“Otobüsümüzü beğendiniz mi?”

“Evet, güzel, methini çok duymuştum. Sıcak bir ortam olmuş.”

“Özellikle yaptık, maksadımız para kazanmak değil, önemli olan rahatlık, güzellik ve estetik. Günümüzün en önemli saatleri bu arabalarda geçiyor; bu nedenle güne başlamak ve günü bitirmek için en konforlu yerler bu araçlar olmalı. Biz de bunun için elimizden geleni yapıyoruz.”

“İyi düşünmüşsünüz gerçekten.”

“Siz peki, yalnız mısınız yoksa bir sonraki duraktan sevgiliniz mi binecek, biliyorsunuz esas olarak eşitlememiz lazım.”

“Ben aslında yalnızım, işten çıktım, eve gidiyordum, bir süre idare edemez miydiniz beni?”

“Elbette, kimseyi rahatsız etmediğiniz sürece sorun yok. Bakın ben mesela, burada yaşıyorum, alt tarafta yorgan yastık tedarik etti sağ olsun Şoför Bey.”

“Zor olmuyor mu?”

“Alıştım artık, hatta geçenlerde marangoz Necdet’e minyatür bir kitaplık bile yaptırdım. Zaten on kitap neyime yetmez. Çevirir çevirir okurum hepsini.”

“Hımm, neler okuyorsunuz?”

Küçük Kara Balık’ı yeni bitirdim mesela. Ondan önce Küçük Prens’i okumuştum. İlk okuduğumsa Muzaffer İzgü’den Zıkkımın Kökü’dür, zaten ondan sonra başladı bende okuma merakı.”

“Yazı da yazıyor musunuz?”

“Evet, ama her zaman kalem kâğıt bulamıyorum. Şoför Bey fena çıkıştı geçen hafta, otobüsün iç duvarına boyayla yazdım diye. Bir de bazen sigara saracak kâğıt bulamıyorum. Yazı yazdığım onuncu sınıf samanlara sarıyorum, Bakhtin misali. Yazdıklarım kül oluyor ama sigara her şeyden önemli benim için.”

“Bahtin’i de biliyorsunuz demek… İlginç.”

“Bilmediğim şey yoktur benim. Saf olduğum doğrudur ama zekiyimdir aynı zamanda. Zeka fazlası varmış hatta bende.”

“Şeyy. Son durağa geliyoruz, benim inmem lazım.”

“Peki.”

“İsterseniz bu gece bende… Yemeğim vardı dünden, yeni pişmiş gibi olmaz tabii ama gene de ısıtırız.”

“Nasıl olur, bilmem ki? Şoför Bey’e sorayım da…”

Şaşkınlığımı ancak kapı basamağına takılıp düşmekten zor kurtulunca atabildim. Salonuna girdik. Çok aç değilsem bir kadeh Lilac Wine2 isteyip istemediğimi sordu. Kabul ettim. Büyük bir zarafetle getirdi. Müzik açtı: Blue Spanish Sky3 ve yanıma oturdu. Kanepe ne kadar da rahattı öyle. Bir ara gözlerim yine hızmasına takıldı, çaktırmadan çimdikledim kendimi ve kendime geri geldim.

“Ben İspanyolca öğretmeniyim.”

“Gözleriniz inci gibi.”

“Nasıl?”

“Şeyy. Aaa. Neden İspanyolca?”

“Puanım ona yetmişti on yıl önce.”

“Şimdi memnun musunuz hâlinizden?”

“Elbette.”

(Hızmanın çekiminden gözlerini zorla kurtararak) “Yanaklarınız çok tatlı. Ben bugüne kadar hiç bir kadını öpmedim biliyor musunuz?”

“Nasıl olur? En az yirmibeş varsınız, hatta otuz, bunca sene? Tercih meselesi mi?”

“Yok canım, daha neler. Uygun yerde uygun kimseyle uygun pozisyonda olamadım. Imm. Pardon, bazen böyle yanlış konuşuyorum istemeden.”

Dudaklarım… Na na nasıl. Kilitlendim sanki. Çok güzel. Yazın soğuk su altında birden duş alır gibi. Ağzı bir kuyu sanki ve kuyudan ipe asılı bir kovayla su çeker gibi. Kova kuyu duvarlarına çarpar gibi. Çok şey gibi… Nefesim tükeniyordu ama eli hâlâ yanağımda ve dudakları dudaklarımdaydı. Kendimi bir şey söylemek zorunda hissettim bilmem neden.

“Bu. Bu, çok güzel.”

“Çok iç gıcıklayıcı öptüğümü söylerler.”

Söylerler. Söylerler. Söylerler. O anki kıskançlığı, kırılmışlığı, nefreti, tükenmişliği hayatım boyunca hiçbir şeye karşı hissetmedim. Mutfağına gidip bir bıçak aldım.

(Tam bıçağı saplayacakken) “Ati, uyan evlat. Son durağa geldik. Yolcu kalmadı. Hadi birer sigara saralım, sonra da ben eve, sen aşağıya.

Uyku filan kalmamıştı. Eski rüyalar bir türlü aklımdan gitmiyordu. Ustamdan para isteyip bir şişe Efes Güneşi aldım. Otobüsümüzün alt katına, odama indim. Külüstür Roadster teybimi açıp, herhangi bir insanı en çok ağlatan şarkıyı çaldım, defalarca…

1 Who Can You Trust albümünden Morcheeba şarkısı.

“Bu sefer değişti işler,

Ben: şimdi ucunda kayalıkların

ben şimdi aşağıya bakıyorum

Göremiyorum hiçbir şey

çünkü ortalığı

çepeçevre sarmış bir karanlık

İspanya’dasın sen, özgürce geziniyorsun:

Oysa anahtarsız, içerideyim ben.

Perişanım, kızgınım sana.”

(Çev. Çağrı Çetinkaya)

2 Leylak Şarabı. Jeff Buckley ve Nina Simone tarafından da söylenmiş James Shelton şarkısı.

3 Mavi İspanya Göğü anlamına gelen Chris Isaak şarkısı.

 

 

 

 

 

Kum Saati

Saçmalama: Ya evet, neresinden başlasaydım ya anlatmaya. Son zamanlarımın, anlamına binaen manifestik, uzunluğuna gıyaben aforizmik cümlesi “insan öğrenmek için yaşar”ı da taze değiştirmiştim, artık anlamıştım ki “insan anlatmak için yaşar.” Bunun dünyanın çivisinin çıkmasıyla birebir alakası var mıdır bilemem ama zamanın bozulmasıyla; karakterimi ‘öğrenmek için yaşamak’ gibi alçakgönüllü bir idealizmden aldım, bizzat edilgen bir kıvamdan gayet de aktif pozisyon!da olduğu bir eyleme sokuverdim, tabii ya, insan anlatmak için yaşardı, yeni yaşıma yeni bir amortiyle girmiştim işte, bu söz her şeyi anlatmaya yetiyordu ‘harley’i olmayan insanlar için. [Bunu neden mi karıştırdım bunca ‘crescendo’sal bir yazının tam da fevkine, ezberinizi bozmak için, ezberinizi …]

Anlatmak için ya, anlatmak için dahi insanın biraz aktivasyon enerjisine sahip olması gerekiyor. Eşik enerjisi hani, aşmadan olmaz, senle biz diyorum, iki eşik cini, bir döşekte kocasak? Daha dur, anlatmadım hiçamabirini. O kadar kum saati olmuşum ki dostlar, hani ince kıyım doğrasalar beni, Akdeniz cacık olur diyorum. Öylesine kum saati dolmuşuz ki dostlar bir o istikamet bir o istikamet çalışıyor bizim dolmuş, ama hep aynı ve zıt yönde, hani iki uçlu bir ışın gibi, ışın zaten yönlü olana mı denirdi, vektör? [Vektör, oniki eylül işkencelerinde dili burulmuş bir adamın r’leri söyleyemeyişinden dolayı, yeni rektör olmuş dostuna hitap etmede kullandığı sesleniş biçimidir.]

Ah eşek kafam, seni diyorum ya ben hani, sıpalara benzetiyorum, kocaman gözlerinle ne bilsem nasıl etsem nasıl desem nasırım tutar seni düşününce gözlerin sıpa ve gülüşün aşk. Öylesine kum saati dolmuşum ki postlarım, doldur boşalt taktiklerinde dahi gözüm yok artık, boşaldıkça doluyorum tekrar tekrar, bildiğin saat işte ulan. İşte, anlatmak dediğim şey meşakkatli bir iş, bakma herkesin yaptığına ve herkesin buna dair kendisinde bir şeyler bulduğuna. Benim mesela, o enerjiyi aşmam gerekiyor, ve şu ana kadarki yazdıklarım sadece ısınma turları. Tur dedim de bak yine ‘kusmaati’ geldi aklıma bilerek yanlış yazdığım, konuşarak anlatırken yapsaydım bunu, beraber gülebilirdik belki ‘kusma ati deyip’ uzatırdım bile, ama yazınca gülünmüyor değil mi göynümün hoyrat çiçeği. Sen olmuyorsun diye oluyor ya zaten tüm bunlar… doldum işte be, boşalmalıyım. Ama önce buna bir son veremli, vermeli. Harfler işte, hatırlarsın belki onlar seni gördükçe kımıldaşırlar, oynaşırlar, bir başkalaşırlar, köşekapmaca oynarlar ve böylece sıralarını kaybederlerdi, ve zaten böylesi en zevkliydi. Hatırlar mısın ki, o Mahur Beste çalar, Müjgân’la ben ağlaşırız. Diyorum ki, öylesine doldu ki vakitlerimiz, sabah git, akşam gel, hani sigara içmek için kahvaltı yapmak gibi, oysa bu kadar kadir kıymet fazla olmalıydı sigaraya verilen, bu kadar şımartmamalıydı bu namussuzu. Eğretilemeyi dokudun mu? Dokundu mu hiç ona gözlerinizle? Sizin çoğuldu gözleriniz, bilmem bilir misiniz, sı pa, iki nota olsa iki hecemiz gibi sözleriniz… siz, siz’de anlam olmuş birisiniz sayın hayatımın yanlış tefsir edilmiş meali, cümlemin anlatım bozukluğu, dünyamın bağı kesilmemiş göbeği.

Gündelik hayatın bu dolan boşalan saatleri içerisinde anlatmaya değer bir şeyler yakalamak gün geçtikçe zorlaşıyordu vesselam Veyselciğim. Elbette, affedersin ama şöyle bir söz vardı, osuracak g.te arpa ekmek bahaneymiş. Babamı bilirsin, atasözleri sözlüğü gibi adamdır, hayatı daha beşinci raunda çıkmadan devirmiştir, şimdi de üstünde tepinmektedir, fakat ben korkuyorum yine de hani filmlerde öldüğü sanılan düşmanın son bir can havliyle yerdeki silaha sarılıp kahramanı vurması gibi. Öyle deme, oluyor böyle şeyler. Allah muhafaza.

Bütün bunlar nerden aklıma geldi biliyor musun? Dinlediğim bir şarkıdan. Evet evet, hepsi bu. Hangi şarkı olduğunu olmuşluğunu olacağını söyleyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun çünkü bana bunu yazdıran senin ben sana bu şarkıdan bahsettiğimde vereceğin anlamsız tepkidir. Bir daha oku istersen şu cümleyi. Virgül koymadım bilerek. E her yerde virgül bulunamıyor, virgüle çok alışırsak virgülsüz kaldığımızda ne yapacağız, öyle yarım mı bırakacağız cümleyi, idareli gitmek lazım, konumuz elbette yazıda tasarruf değil. O şarkıdan bahsetseydim şayet ben sana, deseydim ki mesela: “Kardeş, ben özlüyorum bir şeyleri, biliyor musun, insanlığı ve bana benim insan olduğumu hatırlatan şeyleri özlüyorum.” Aşk filan yalan kalabiliyor bunların yanında, elbette varsın, alabildiğine varsın da, yani nasıl desem bu başka bir şey. Gözlerinin güzelliği kadar gözel bir şey, fakat o güzellik hususunda benim hiçbir zaman söyleyecek pek lafım olmamıştır maalesef, ben daha ziyade gülüşleri veya ağlayışları aktarırım. Hani, mesela bir yumruk vursan şimdi midemin boşluğuna, inan gözlerim sanırım, evet evet gözlerim, bu kadar sulanmazdı, söylesene seninki de sulandı mı? Bunu da idareli kullan lütfen. Kişisel ısınmamız başlamamış olabilir ama küresele karşı boynumuz kıldan ince.

Ümük burkan şarkılarını bilir misin sen, veya koca koca adamların ümük burkan hallerini, duydun mu hiç? Ben şimdi uydurdum bunu ama muhakkak bir şeyler canlanmıştır zihninde, ha ama ümük ne demek dersen ve üstüne sözlüğe bakmaya üşenirsen, git bir çocuk ol gel, bi zahmet. Ümük burkan şarkıları; ümük burkan, yürek kırpanla eş anlama gelir. Mesela senin yüreğin, hiç kırptırdın mı bilmiyorum ama bir denesen bak konfetiler gibi, eylül’de gel gibi, serpantinler gibi olur ortam. Mevsimin şu vakti, yaz geceleri, herkes onları dambaşında yatıyor sandığı halde, yıldızlarda kaydıraklara binerek uyuyan ve sonra ansız bir sallantıyla düşen çocukların yüreği mesela düşerken kırpılmıştır. Bir dene derim ben, hani yaşlıların vücutlarını, mesela topuklarını yenilemek amacıyla jiletle bir miktar keserler ve bir ölçek de kan akıtırlar ya, ona benzer bir yenilenmeye dönebilir yüreğinin kıpırtıları. Sonra belki daha anlamlıca dinlersin anlatacaklarımı, belki de tüm anlatacaklarımı anlatmışımdır evlat. Boş yere.

Herkes anlatmak için çırpınıyor, kim kimi denk getirirse o anda başlıyor, anlatmaya elbette. Ama ben kolluyorum, fırsat kolluyorum bazen, bazen dost kolluyorum… Alakasızlık benim şiarımdır, aziz Türkçe okuyucusu bu kene senin en derine yapışacaktır. Gündelik hayatın koşuşturmacalarından kurtulabildiğim ölçüde anlatma yeteneğimin körelmesine engel olmak için kendime anlatacak şeyler arıyordum. Bazen öyle güzel şeyler buluyordum ki anlatacak kimsem olmuyordu, bazen de anlatacak pek çok kişi olurken anlatacak şeyim olmuyordu. Hani şey gibi işte, kibrit olduğunda sigara olmaması, sigara olduğunda kibrit olmaması, kadın olduğunda bir ayakkabısını yolda bırakmış olması ve herifin birinin elinde o düşmüş olan ayakkabı tekiyle, tam da kadın senin yanına gelmişken, “İşte seni buldum,” diye bağırıp, kadınla sarılışmaları ve tam da sana gelmiş yalancı memeyi, şeyy, pardon, kadını alıp götürmesi, veya hadi diyelim ki kadın sana geldi ama işte ayakkabısının teki yok, ya nazlıdır beni sırtına al der, -ki sen bunu seve seve yaparsın- ya da onikiden önce dönmem lazım deyip muhabbete limon sıkar.

Yani olmuyordu işte, ne demiş şarkıcı, çaldığım kapıları kimse açmıyor ben çaldığım zaman. Cümleye bak cümleye. Ben ömrüm boyunca kimseyi aşağılamadım dostum, dikkatini ve evet senin dikkatini çekerim, ne de olsa nereye çeksen gelecek bir şey sendeki. Hâlâ bunları okuduğuna göre. Diyorum ya, ‘hani söz vermiştin, içmeyecektin’. “Senin dediğin şarkı,” diye seslendi babam içimden. Meğer şarkı sözüymüş son ‘diyorum ya’m. ben de djarum o zaman. Memnun olduk.

***

Memleket diye bir yer vardı arasıra gittiğim. Şarkılar vardı bir de arasıra gidişlerimde dinlediğim. Memlekete her gidişimde birileri ortadan kayboluyordu, ya ölmek denen çiçeğin taç yaprakları arasında sıkışıp kalıyorlar, çiçek kendisine yaklaşan nesneden ürktüğünden ilelebet çıkamıyorlar, ya da bildiğin kayboluyorlardı. Başka şehirlerde başka kum saatlerinin başka kusma seanslarının içinde başka başka insanlarla düşüp düşüp kalkıyorlardı. Eğer hayat düşmüşse, bir tekme de onlar vuruyorlardı. Ama ben her gittiğimde kimileri yoklardı.

Köydeki çocuklardan kimse kalmamıştı artık arkadaşlığıma. Birol evlendi mesela, çocuğu bile oldu. İbo da evlendi. Fatih de. Gövdesine çocukluğumu kurduğum içi boş deli zeytinin hâli ise içlerim acısı, şoförlük oynardım onun kovuğunda, direksiyonum, kornam bile vardı, silecek de yapmıştım zeytin filizlerinden. Zeytin gözlüm, sana meylim nedendir? Ha söyle be güzel göz, kaç zaman oldu değil mi iki çift hurmanın çekirdeğini çıtlatmayalı, tadına bakmayalı, yoksa bunlar hiç olmadı mı? At bir takdim kemancı, taksime sonra geçersin.

Geçen hafta, deli bir haftaydı. Çok güzel bir haftaydı, bir daha asla tekrarlanmayacak. Zamanın öyle dilimleri ve her bir dilimin de öyle başınabuyruk ve kendinekuyruk enerjileri var ki. Mesela özel bir an için, toplanan bileşenler bir başka an’da aynı şekilde toplanamıyorlar. Bu, bir şeyi aklına ilk geldiği anda yazmak gibi bir şey, başka zamana öteleyip yazmaya kalktığında büyünün bozulduğunu, süpürgedeki cadının sana pis pis sırıttığını hissediyorsun. Zamanın da buna benzer kolları var, seni bir sardı mı ahtapotlar, o anın tadını çıkar. Çünkü bir daha yok, bir dahası yok. İşte bu deli haftanın da, hani geçmiş olan, öyle bir tadı vardı, herkes öyle bir toplanmıştı ki aynı halet-i ruhlarına hicran bir daha öyle okunmayacak, o dinlediğimiz şarkılar bize bir daha öyle dokunmayacak.

Üç gün önceden sözleştik. Ben, babam, eniştem, küçük kuzen, bir de kemanî Ali Amca. Beş kişi, beş kırpık yürek, hadi ben yaş olarak olmasa da hüznen diğerlerine yakındım, ya bizim küçük kuzene ne demeli, yirmilik delikan, o nasıl uyum sağladı öyle bize. Ah fikrimin ince gülü, sana anlatsam anlar mısın bunları, kadın olmakla erkek olmanın farklarını bazen keşfediyorum durduk yere. Mesela diyorum, o kadar keyifliyim ki kendimden menkul, ‘ona anlatsam, ne der?’ diyorum, ‘anlamaz ki,’ diyorum, o kadar kederliyim ki kendinden kandil, ‘ona anlatsam, ne keder?’ diyorum, ‘anlamaz ki,’ diyorum, ben de bazen onu anlamam ki, ki, ki… ayrı yazın lütfen ayrılması gerekenleri.

Doluştuk bir Murat 124’ün içine. Acayip bir şey, bundan sekiz sene evvel kasetçalarında bulunan bir kaset güneş altında kaldığı için erimişti ve hâlâ o erimiş, yamuk haliyle duruyor içinde, aynı yerinde. O araba, zamanı durduran bir araba. Mesela beş yıl önce bir kurbanlık koyunla, onun içinde, arka koltukları sökülmüş bir biçimde otuz dakika yol teptim ben, hayvancağız meledi durdu dakikalar boyu, susturamadım, elim kulaklarının dibinde, şirinliği bir yandan, kokusu ters yandan, amanın yandan, beraber vardık kesim alanına, beni mi kestiler onu mu, bilemedim. Doğru ya, beni daha önce kesmişlerdi, şimdi de rüyalarımda ara ara kesikler atılıyor boğazıma, ama rüya bu ya, sesim kısılmıyor bir türlü, hep şarkı söylüyor ben. Şarkılarla.

Ben, babam, eniştem, Hasan, Ali Amca ve keman. Balığa çıktık beşibiryerde. Eniştem daldı, ben kıyıdan, babam etraftan çay taşları topladı, çay börülceleri, mezelik, Ali Amca suya girdi beyaz donuyla, Hasan fotoğraflarımızı çekti yeni aldığı zamane cep telefonuyla. Çıkardık taze balıkları. Balık olmakta herkesin bilmediği bir tat vardır, sen bilirsin belki. Aslında sen belki çok şeyi bilebilirsin diye mi anlatıyorum sana onları bunları. Yoksa kendi derdinde misin, sulanmaya halel geldi mi, su, gözsu? Ateş hazırdı ovanın göbeğinde. Bizden başka kimsecikler yoktu, ben ömrümde öyle ıssızlık az gördüm ve tüm gördüklerim de hep orasıydı, aynı. Gece ne sokak lambası, gündüz ne bir insan levhası, hiçbir şey, biz ve balıklar, ve ilerleyen vakitle birlikte yanan ateş.

Ali Amca, kemancı, salatayı yaptı. Ben tulumbadan su çektim, biberleri domatesleri ve elleri yıkadım, öylesine ortaklaşa bir andı ki sanki onların ellerini de ben yıkadım. Balıkların ağladığını ise bir ben yalnız tek gördüm, kimseye çaktırmadım, ağla kıydım. Sofra kuruldu bir hasırın üzerine. Vakit öğleden sonra, ikindi cümlesiydi hocanın ağzından çıkan. Rakılar açıldı. Buz. Çaya karpuz atıldı. Soğusun. Ah, içimiz serinledi bre. Nur ol. Bu insanlık yok mu, bu samimiyet yok mu, keyfedecek beni, sizden iyi olmasın. Rakılar doldu uzun ince bardaklara. Sanki, yani, ben, Stepan, Lusin, Vartuhi, Antigone’u çağırsak o da gelcek ki. Dolduk kadehlere, buz da attık, atmaz olur muyuz. Seni de attım desem, az biraz, kıyısından kenarından inanır mısın bana? Ah, sevgili vaveyla, ah sevgili böğürtlenim. Kemancı Ali çalmaya başladı sonra, aldı eline kemanı. Yaşa Ali yaşa, nur ol Ali Amca nur ol. Ömrüne bereket. Sevda yüklü kervanlar dedi önce. Bunu hatırlarım ben dedemden, ayyaş dedemden, çok severmiş bunu, ne yani, onu bu şarkı mı öldürmüş, yok daha neler be Kâmil, neler diyor bu insanlar böyle. Bir şarkı bir insanı öldürür hiç?

İçtik rakılarımızdan, yudum yudum, aheste aheste, “Akşam uzun, gece uzun, çabuk içip sarhoş olmak yok, ona göre ha.” “Tamam enişte, tamam baba, siz kendinize bakın.” Ham meyvayı kopardılar dalından. Ah, bu şarkıların gözüne bir şey mi kaçmış, neden böyle ki bunlar, içkinin tesiri ne hükmündedir şu vaziyette be dayı? Dayım da gelse tam olurmuş bak. Ben bir sigara içip geleyim şu çalılıkların ardında. Babayla rakı içiyoruz ama daha sigaraya gelemedik, ömür billah da gelemeyiz. O dumanı göğe üflemek var ya, kafamı da alıp götürüyor sanki bol rakılı, öyle bir şey, dolaştırıyor beynimi göğe doğru, takvimlerden haberin yok mu?

İnsan içince neden birilerini arama ihtiyacı hisseder? Paylaşmak için, insanlık için, aradım mı seni, aradım da ulaşılamadın mı bana, arayacaktım da numaran mı kayıtlı değildi, cep telefonları yokken sen hangi bebeğin saçlarını örüyorken ben hangi su birikintisinde kağıttan gemimi batırıyordum, benim Karadeniz’e bu yüzden mi batacak gemim kalmadı? Mahallenin orta yerlerinde evler arabalar geçti şimdi üstlerinden, Allah’ın işine baksana sen, gemilerin üstünden arabalar bile geçiyor. Ey gafil, sus da ortak olma kederin paydasına, kaderin seni paylamasına. Aramadım değil mi seni, artık bir yudum dahi içsem unutuyorum ne olduysa bitti… hatırlamıyorum… Seni mi?.. O başka mesele.

“Çal,” dedi kemancıya babam. “Ağlarsam kusura bakmayın,” dedi, “şu ortamı ölmeden gördüm ya, gözüm açık gitmez gari.” ‘Gari’ kelimesinden sonra benim bütün sularım beynime üşüştüler, karıncalar, arılar soktu biraz, sularla birlikte o yörelere dair tüm bastonlar yaşlıların ellerindeki, kadınların renkli elbiselerinin gerisine astıkları mahrem bezler, çocukların defalarca yıkanan boklu bezleri, ha, sen söylesene Kâmil, su diyorum, akıncıdır biraz, birden hükmeden gözlere, ne ark durdurur onu ne çark. Ne çaldırdı babam, kader diyemezsin, sen kendin ettin. Yetti de arttı, o an için.

Böyle zamanların ardından güzel, uzun konuşma anları gelir. Herkesin bir derdi var, durur içerisinde ya, başlanır anlatılmaya. Vardı işte herkesin öyküsü. Aşkı. Ben de anlatsa mıydım seni, ne derdin, kulakların çınlar mıydı acaba? Hayır, laf düşmezdi o an bana. Ama bir sigara molası daha alıp, üfledim göğe, okudun mu, yıldızlara astım, ışıklı bir levha. Uzaya ait olan ve dünyadan görünen tek şey belki de adın. Eğildim yüzünden öptüm, adın bilirdim unuttum, çağırmayı çağırmayı. Bunu da söyledik ya, o an ölüm gelse, gelin gidelim dese, hepimiz en gamsız halimizle giderdik, bizim ufaklık dâhil, o en geçti aramızdaki ama en de aşık olandı. Yirmi yaşın aşkı bir başka elbet. Bu işin yaşı mı olur, olur balam olur.

Öyküler anlatıldı. Rakılar yudumlandı. Kemanlar çalındı. Özledim. Özledikçe üfledim. Karanlıktı gece. Bir başkaydı. En güzel ortamların en güzel anlarının bir köşesinde, kâbus tiryakisinin biri tutar da o neşeyi kafasında bozuverir, o güzelim dünya içinde bir an dahi olsa rakıyı haddinden fazla sulandırıverir. Ben de öyle yaptım işte. Öyleyim, baykuşum, divaneyim. Düşünmeye başladım: Ben birkaç güne buralardan gideceğim. İş başına döneceğim. Bu insanlar burada kalacaklar. Beni unutup onlar da işlerine güçlerine dolanacaklar. Belki arasıra yine rakı içerler. Benimleyken buldukları tadı yine bulurlar mı bensiz? Bulamasınlar olur mu? Beni bekleseler ya yine, ben yine bir tatil filan koparıp, bir punduna getirip kaçıversem, açılıversem onların yanına ovalara, o zamana kadar sabretseler. Onlarsız ne rakının tadı, ne de benim tadım. Ben bulamayacağım.

Sen.

Şarkı, susmalı.

Rakı, bensiz.

***

……Kum saati….        ….      …    ….            ……            …… ……………..

…..Kum saati……….   ..   ..    …………………..   ……………………..

…..Kum saati….. ……………….. ……………. ……………………

Kum …….. .. . .. . . . . . . . . . .. . . . . . .. . . . . . …….. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .   ….

 

 

 

“Mutluyuz de mi Sadık?”

Anahtar kelimeler: metafor, süt, kaynak, göz.

Anahtar cümle: gözaltı morluklarını kapatmak için sütle masaj yapılması.

Özet: oysa ‘süt’ ve ‘göz’ birbirinden ne kadar da uzak kelimelerdir.

Anannemin yanında iken, ananelere hürmet ederekten, annenin annesi benim de annem midir yanılsamasıyla, yaşımın da verdiği küçüksorguçlukla başa çıkmaya çalışırken, sıcak yaz günlerinin ‘başına güneş geçer oğlum, şapkanı tak’ şapka şapka şapka yazın sıcak kavurucu başa takmak gerek derken, pirelerin evet yine berberlikle miydi tellallıkla mıydı münasebetleri birbirine karıştırılırken, ‘tell all’ (her şeyi söyle) diye içim içimi o zamandan birkaç sene sonra yiyecekken, tellalla tellak yine birbirine tam da kafamın köy meydanında girişmişken, at martini bre Hasan dağlar inlesin: her kim ki silahını erken çekerse o var olur, diğeri yooook, mutluyuz de mi Sadık?

Mehmet Sadık isimli bir komprador sütçü vardı, sütçünün kompradoru da olur mu, olurdu valla ama şu valla’nın sonundaki hi’yi yazmazsak yeminimiz kabul olmaz mıydı acaba veya yalan söyleyerek yemin’in üçgünnafileoruç’luk cezasından yırtar mıydık ki; hani şey gibi, batılılarda yemin ederken bir ayağını kaldırdığın zaman yemin etmiş olmuyorsun ya Kâmil, onu demeye getiriyorum, (‘bir yemin ettim ki dönemem’ dediğini duyar gibiyim ilkokul sırasının üstüne çıkmış vaziyette) vaziyet mesela vazo’dan gelse fena mı olurdu, vaz, bırak bunları, batılılarda dedim ya demin, batılı arda’yı tanır mısın sen? Has batılıdır, bizim doğuluyla parmak eşleştirmesi yapıldığında tam da onun eşleniği olan batılı, hani var ya; arda boylarında kırmızı erik, işte o.

Mehmet Sadık’tan bahsediyorduk değil mi, köyümüzün sütçüsü. Sabah inek sağılır mesela erkenden, meselası yok aslında, kesin yani, inek sağılır, bir kilo süt (o zaman litre ile kilo arasında boyut farkı gözetmek yok, yani, boyut farkı gözetmeksizin yapılıyor o ölçüm), bir litre de beş litre de süt çıksa o inek sağılır, kırk yılda bir evde kalmayacaksın diyelim (ev diye somut bir kavram olduğunu da hiç hatırlamıyorum), o zaman da komşuna iyice tembihlersin ‘benim ineği sağıver’ diye (inek kelimesini kullanırken muhtelif ortamlarda, söze ‘affedersin’ diyerek girenler var değil mi Sadık? not al: garip). İnek sağılır işte, vızzık vızzık diye sesler çıkar her süt damlası topluluğu laminer bir akışla galvanizli kovaya (adı bakır’dır) çarptığında, ‘acaba ineğin memesi acımıyor mu?’ diye düşünürken sen, bir taraftan da ‘bu süt sağılmasa inek patlar mı acaba’nın istilasıyla mustaripsindir, mustariple muzdarip aynı kelimenin birbirleriyle çelişen şekilleridir, şürekli ş harfşini kullanışım işe şu an şanlı bir bişimde yerine şetirmeye şalıştığım bir şanattır, attır gitsin.

Mehmet Sadık sütçüdür, sabah inek sağıldıktan sonra (süt beyazdır: mısır, süt mısır diye satılır; dondurma, süt beyaz) arabasıyla köyü dolaşmaya çoktan başlamıştır ve o evin oraya geldiğinde korna çalar. Ananne, Mehmet Sadık gelene kadar sütü hazır edip yolun kenarına çıkarmış olur, ve süt, kamyonetin kasasındaki özel bakraçlara doldurulur. Kaç litre olduğu anannenin adının yanına deftere işlenir. Sonra tüm köyün ineklerinin sütleri kasaya dolar, inekler kaldıkları yerden gevişlerine devam ederler, hayat böylece tekerrürden ibaret mübarekliğine geri döner ama akla takılan bir şey vardır, hatta pek çok şey: Mehmet Sadık’ın kompradorluğu nereden geliyor? Sütü üçe alıp sekize satmasından mı? Ya o olmasa herkes tek tek sütünü -hem de her gün- nasıl ve nereye satabilecekti? Allah ondan razı olsun mu? Peki, Mehmet Sadık sekize sattığı sütün akıbetinden haberdar mıdır? O sütün daha sonra onbeşe satıldığının farkında mıdır? Çağımızın sorunu da zaten bu mudur? Konsomasyon gibi kompramasyon gibi bir kelime var mıdır? Bütün bunları atlayalım da, o sütlerin şimdi sağlıksız olduğu söyleniyor sevgili arkadaşım Celil? İnekler bize yalan mı söylediler? Hayır, ben demiyorum, Semiramis Pekkan diyor: bana yalan söylediler.

Bu arada oradan bir şarkı yükseliyor Mehmet Sadık sütleri çalkalayaraktan alıp giderken kamyonetinin terkisinde, adı mı ne? Baba bugün dağlar yeşile boyandı. Şarkı değil uzun bir hava, Sodra Dağı’nın arkasından yükseliyor yukarı doğru, hani güneş de gün içinde yükselir ya dağların arkasından, ve batmayı hiç ihmal etmez ya hani, şarkılar da öyle işte, yükselirler gün boyu dağların arkasından, sonra batarlar, sonra yükselirler sabah akşam sabah öğlen ikindi yatsı vitr evvabin teheccüd saba essalatu hayrun minen nevm (bu konuya şimdilik girmeyem). Ama bahar dedik bağrımıza bastık, gelsene artık. … . biraz paso verelim tornamıza, değil mi ya? Göz sağlığı diye bir şey var. Bak işte Mehmet Sadık’tan çıktık da nerelere geldik, yemin ettik’ten de eniştemin çırağı Emin’e gelecektik. Hadi gelelim, el ele el ele gelin çocuklar, oynaya oynaya gülün çocuklar, tüm bu yazdıklarımdan daha önce yazdıklarımdaki anlamlılığa (size göre, ben böyle bir şeyi iddia etmiyorum) binaen bu saçmalıklarda da bir anlam vardır diye hâlâ satırların devamını getiriyorsanız ben bilemiyorum, bir reklâm önerebilirim: gerisi size kalmış. Anlam yoktur, hiç olmamıştır. Emin’e geleceğim ama önce biraz ödev vermem lazım: ‘amor fati’, ‘fatalizm’, ‘memento mori’, ‘jouissance’ kavramlarını araştırıp geliverin, tabii ki ‘varolmanın dayanılır gibi değil deliliği’ diye bir kitap yazacak halimiz yok ama belki hep beraber Hümeyra’nın sessiz gemisini terennüm ederiz, ha, yaklaşan akşamüstübiramevsimi hakkında ne dersiniz?

Emin, traktör tamirciliği yapan ustasının yanında çıraktır, sanayi sitesinde yağ kir pastan münezzeh olarak yaptığı tek iş dükkânın önündeki, giderek serpilen dut ağacını sulamaktır. Onun dibine sigara izmariti atan adama vuracakmış gibi bakar hiddetinden, o ağaç günlerin geçtiğinin delili olamasa da: bak aslında, ağaç insanın hayatına ne kadar benziyor değil mi? Bir fidan hızla büyürmüş gibi geliyor mu sana şimdi? Nasıl geliyor? Eğer bir ağaç, sen onun yanında değilsen, fakat ara ara yanına gidip yeterli suyu verirsen, uzaklaştıktan ve geri döndükten sonra -arada bıraktığın zaman aralığının genişliğine bağlı olarak- ne kadar da büyümüş gelir sana? Veya, hep yanındasındır, o zaman da hiç büyümüyormuş gibi gelir? Mutabık mıyız? Şöyle düşün, bir ağaç küçükken ne kadar hızlı büyür, belli bir yaşa ulaşınca da büyümesi yavaşlar, hatta durur (gibi geliyor sana yoksa şüphen mi var) burada ağaç yerine insanı koy. Dur bakalım: bir ağacın geçmişine baktığında ne kadar da günlerin hızlı geçtiğini düşünmez misin? Ve şimdiki haline baktığında da mevcut günlerin geçmekte ne kadar zorlandığını düşünürsün. Kendine bakınca da öyle değil midir? Geçmiş günler ne çabuk da geçmiş değil midir ve önündekiler de hiç geçmeyecek gibi. Anlatabildim mi ki?

Emin işte, dut ağacı boyunca, normalde kaynak’la işi olmaz ama iş düştüğünde de kaynakçı Şükrü’ye gebe kalmamak ve kendi işini kendisi yapmak için kaynak makinası almıştır ustası, birkaç tane de elektrod. Böyle işler Emin’e bakar ama Emin de kaynağı korkarak yapar. Köyden gelip gider Emin, iyi tanırım, güleç simalı bir çocuktur, elinde muhakkak sefer tası, birinde kesin yoğurt, sonrası yazın biraz karpuz, belki peynirli taze soğan, belki yoğurtlu kızartma (tatar). Gene bir gün kaynak yaparken (Geçen gün meşhur bir yazarın meşhur bir romanını okuyordum, o da böyle uzun uzun anlatıyordu, tam da olayın kopma anını verecekken, ‘bir gün’ ‘gene böyle bir gün’ ‘yine öyle dururken’ gibi girişlere itibar etmiş, oysa başka bir yolu olmalı bunun? Ve ama bunu, ‘bunun başka bir yolu olmalı’ diyerek yapmamalısın, öyle yaparsan ne olur: yapay) mavimtırak ışıkla alnı aydınlanırken ve sakınırken, gözüne kıvılcım düşer (Göze kıvılcım düşmesi nedir bilir misin? Birinci anlamını burada açıkladım deminki vesileyle, diğerini de şimdi sen kendince açıkla, anlamışsındır, senin de muhakkak gözüne kıvılcım düşmüştür başka bir göze bakarken, sonra erimiştir yüksek sıcaklığın etkisiyle, içine doğru akmıştır, benim var öyle bir kıvılcımım) ve içi yanar Emin’in, bir çığlık atar çünkü içeri ilerlemektedir kıvılcım, aslında acı veren şeyler (acıveren deyimi aslında tek bir kelimedir ve salt acı verilmesi/alınması anlamına tekabül etmez, daha büyüktür, içinde mutluluğa dönük şeyler de vardır, bunu anlaman için ödevini yapmalısın dostum, sonra bir daha konuşalım bu meseleyi) aslında acı veren şeyler ince ince sızım sızım ilerler, fazlaca sezdirmeden ve iyice hissettirerek, (hem sezdirmeden hem hissettirerek nasıl oluyor dersen, işte bu da hayatın bir şelişkişi: felicita’yı dinle akustik bir ortamda). Ustası koşar yerde kıvranmış Emin’i görürken (bu da mutlak pozisyonlarımızdan biridir, cenin pozisyonu, ey psikanalizciler, ey freudisyen teorisyenler ve ey ‘freud aslında yok’çular, bir zahmet buna da siz kelam indiriverin), anlar ustası, kıvılcımın onun gözünün bebeğini yaktığını. Çünkü zamanında onun da başına gelmiştir, hatta onun yanındaki çırağın da, onun da yanındakinin. Acı bazen böyle dükkândan dükkâna geçer, bazen birvurgunbusevda’dan birvurgunbusevda’ya, bazen de babadan oğla. Gözü yandı Emin’in, içi yandı, “Anam,” dedi en çok. Gerçek bu, gerçek, bak bir ödev konusu daha sana: ‘le reel’ kavramını da araştırıp gel bakalım Sadık. Şimdi metaforların filan yalan olduğunu anlayabiliyorum düşündükçe kaynak’tan seken parçacıkları, ahaha, bak ne dedi metafor kulağıma: “Yalan sensin, söylenen de sana düttürü dünya.”

Sonra acı biter bir süre, ama ‘retinal yanık’ diyecek doktor tam da dört saat sonra acı uçarak yükselip gözüne karnına midene bacaklarına varasıya bir pike çektiğinde. “Süte batırılmış ıslak bezle kapat oğlum gözünü, elinle hafifçe bastır bezi, acıyor mu daha?” Kapat gözünü, kapat gözünü, kapat kapat yabancı gelmesin, bu dükkânın ‘ondört-onbeş’ine gömüldüğümüzü kimse bilmesin. [][][]

Şimdi, akşamüstübiramevsimi geliyor dedik ya gelemediği hâlâ tescillenesice. Üşümek değil mesele. Yıldız’da dersten çıkan öğrenciler yere düşen dutlardan alamayacaklar o ağaçlar bilmemkime kiralandıklarından. Oysa dut yere düşünce lezzet kazanır. Gözü giden Emin de yere düşünce ailesinin biricik oğlu olmuştu. Şimdi?

Kaynak deyince, uzun namlulu av tüfeklerini kullanırken omzunu tüfekle arada boşluk kalmadan birleştirmelisin, buna kaynak denir dağ eteklerinde, kaynak yapmazsan tüfek sana öyle bir koyar ki yere düşersin, o yüzden kaynak yapmayı ihmal etme. Metafora koyayım, sana bir şey olmasın.

 “Mutluyuz de mi Sadık?”

de m?

de mi

e mi!

re mi

fem-i …

de mi?

 

 

 

 

Yokoluş’da Oturana Gazella1
“Aslında Güzel Remedios, hiç de bu dünyanın insanı değildi.”2

“İspanyol meyhanesinde bir kadın, çığlık çığlığa şarkı söylüyor.”3

yokuşun ilham çığlığı ışıl’a

Pencereye çıkıyor her gün sabah sekize çeyrek kala. Çok işlek bir caddeye bakıyor penceresi. Sabah, akşam, gece… Hep işlek. Belli ki erken kalkıyor, yoksa hiç yatmıyor. Ben işe giderken o elinde sigarasıyla caddeye bakıyor. Balkona hiç çıkmıyor, balkonda her sabah rengârenkli çarşaflar oluyor.

Oturduğu apartmanın tam karşısındaki pastanede kahvaltı yaptığımda görmüştüm ilk defa. İşe geç kalmamaya gayret etmek için bir sebebim var onu o pencerede gördüğümden beri. Bendeniz Sokaktan Geçen Adam. Hani okullarımızda, öğrencilere sorulan soruların zorluk derecesinin kıyas merkezi, kendisine sorulursa bile bilecek olan adam.

Pencere önünde bir süs çiçeği. Her sabah elinde sigarasıyla tabutuna bir çivi çakıyor. Sürekli kurgularımın öznesi, sessiz filmlerimin tek oyuncusu…

Bir gün siz pencereye çıkar çıkmaz sigaranızı yakmadan yetişeceğim Sayın Pencere Önü Çiçeği.

“Sigara? Bakın Kısa Camel. Lütfen buyurun. Şimdilerde hiçbir yerde bulamazsınız. Dört seneden beri sakladığım paketlerden biri. Zulaya atmıştım bir gün biterse diye. Sigarofobim var benim. Yani her an sigaramın bitmesinden korkuyorum, yeni bir paket açar açmaz o paketin biteceği korkusu sarar beni. Neyse… Elimde görmüş olduğunuz şu paketteki deve figüranı sizlere ömür. Yerini post modern bir deve aldı. Paket üstündeki sarı’nın huzur vericiliği ve içtenliği de kayboldu. Ben de özel günlerde içiyorum artık, bugün çok özel bir gün Sayın Pencere Önü Çiçeği.”

 “ ”4

“Haksızlık ediyorsunuz bana. Söylediklerimden nasıl çıkardınız bunları, hayır, daha başlamadan bitişi düşünen kâbus tiryakilerinden değilim ben. Sadece küçükken sepette iki mandalina varsa biri büyük biri küçük, ben küçükten başlardım yemeye. Büyüğün zevkini sonraya bırakmak ve onun durduğunu gördükçe şevklenmek için. Sonra ağabeyim alırdı büyüğü.”

“Değil mi ama? Kader diyemem, ben kendim ettim… Neden bu kadar acımasız bir gerçekçiliğe sahipsiniz? Bahse girerim siz de anlaşamıyorsunuz büyük kardeşinizle. Kardeşler öyledir hep. Nefret kıvamına getirirler paylaşımınızı ama kavgada ilk kurtarılacak olan gene onlardır. Kardeşimi sevmem, kardeşimi sevmeyeni hiç sevmem misali.”

“ ”

“Sizin bahsettiğiniz yol hangisi? Ne bileyim, anlayamadım ben, bir sürü yol var. Hatta işi espriye vurursak doğru yol var mesela. Cümleyi bu şekilde kurmam, esprim güzel olacak’tıysa bile kötüleştirdi değil mi? Hem de ciddiyeti bozdum. Özür dilerim, ne demiştiniz?.. Evet… Yol. Yol olsun’du. Ne yani! Nereye gittiğinizin önemi yok mu? Pardon, ‘kentten uzaklaşmak’ dediğinizi duymamıştım. Kırlar, köyler, öyle mi? Umarım siz de diğer kentliler gibi köylerin saflığından, doğallığından bahsetmeyeceksiniz. Sanki köy, tavuktan, yumurtadan, meyveyi dalından yemekten ibaretmiş gibi düşünmüyorlar mı, deli oluyorum.”

“ ”

“Ormanları özlediniz değil mi? Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim, siz de bir orman gibisiniz, ilkokulda resmini yapmayı ilk öğrendiğim saflık gibi içinde deresi ve tavşanlarıyla bir orman. Neyse. Gitmek istiyorsunuz. ‘Suların en coşkun zamanında vadilerin parlak yeşiline, mora dönerek biten gecelerine, adaçaylarının kokusuna, keçilerin tepelere saçılmış birkaç evden birinin çitlerini keyifle yıkıp çiçekleri iştahla yedikleri umursamaz günlere, sökmeye acelesi olmayan şafaklara ve suya, suyun yakıcı hırçınlığına’5 gitmek istiyorsunuz. Çiçekler, türlü böcekler, kelebekler. Peki bunu baharda yapabilir misiniz? Vicdanınız elverir mi? Kenti bırakabilir misiniz baharda? Kentte, ‘dar sokakların karanlığına rağmen yeşeren kiraz ağaçlarını’ ortada bırakabilir misiniz? ‘Üzerlerinden hızla geçen adam gölgelerine, başlarına üşüşen kadın çığlıklarına, mahalle aralarında oynamaktan ölesiye sıkılmış haklı çocuk bağırışlarına, ağlayışlarına rağmen büyüyen beyaz kiraz çiçeklerini’6 ardınızda bırakabilir misiniz? Çaresi yok. Çok iyi biliyorum ki siz, baykuş sesini bülbül-î şeydaya değişemezsiniz. Ayrıca sizi uyarmalıyım ki pek çok insan ‘gitmek’ sözcüğünün cazibesine kaptırır kendini. Gitme’nin kendisini mi, düşüncesini mi sevdiklerini bilmeden çıkarlar yola, sonra da yollarda veya vardıkları yerlerde helâk olurlar. Kafanızı da götürecek misiniz giderseniz?”

“ ” 

“Sizce noktalama işaretlerinin hayatımızdaki yeri ve önemi nedir? Dede’nin ‘de’si ayrı yazılsa dilbilgisi açısından sorun teşkil eder mi? Demek siz ‘de’ babanızı tanımıyorsunuz. O zaman ‘ba ba’ yazsak fark etmeyecektir sanırım. Yazdınız mı hiç? Bence siz yazmak için değil yazılmak için varsınız. Ve çağımız, sizin duyarlılıklarınızı, inceliklerinizi, telaşlarınızı anlayacak genç adamlar üretmiyor artık. Bursa’da Zamandan kalmasınız, şadırvanın suyundan avucunuzla içerken hatırlıyorum sizi. Belki de büyümediniz hâlâ. Gene aynı yıllardaki Triyandafilis gibi. Küçükken hepsi size bir kardeş olarak gösterilen erkekler şimdi gazellik güzelliğiniz karşısında size kardeş gözüyle bakmıyorlar. Oysa sizin kardeşlikten bambaşka bir boyuta geçme süreciniz devam ediyor değil mi? Küçüklüğünüzde derede yakaladığınız ve sonra salıverdiğiniz balıklar hâlâ sağ olsalardı, depremde o dereye molozlar dolmasaydı –iradi değil ilahi tecelli- onların ağızlarını açıp o pembe boşluğa bakmak sizi gene o zamanki gibi mutlu eder miydi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Çünkü artık biliyorsunuz. Nasıl solunum yaptıklarını, adlarını, utanmadan bir de Latince adlarını. Maalesef artık çok şey biliyorsunuz Sayın Çiçek, ve bilmek insanı kurnazlaştırıyor.”

“ ”

“Günaşırı ağlamak sizi yormuyor mu? Nedir sizi ağlatan? Nesneler mi?.. Durun, söylemeyin, çaba sarf etmeliyim anlamak için. Belki siz de gayrimeşru meşhur roman karakteri gibi anlatmadan anlaşılmaya âşıksınızdır. Evet, bakalım varacağımız ‘tüm’ nerde konaklamış. Sıfat tamlamasıyla takısız isim tamlamasının hep tartışılagelen zevkli farkını anımsıyor musunuz? İsmin önündeki kelime, -ismin sahibi sözgelimi bir nesneyse- onun ne’den yapıldığını belirtiyorsa takısız isim tamlaması oluyordu. Ama nesnelerin hep tahtadan, camdan, plastikten vesaireden yapıldığını öğretmişlerdi bize. Sessizlikten de yapılabileceğinden ise hiç bahsetmediler. Sizi ağlatan da bu. Çevremizdeki, özellikle evimizdeki nesneler sessizlikten mamul. Çok güvendiğiniz kitaplarda bile içindekilere göz atmanız yeterli. Sayfa 1: Sessizlik. Sayfa 2: Sessizlik. Sayfa 3: Sessizlik… Sayfa 16: Sessizlik… Son: Sessizlik. Tam da düşündüğünüz gibi, suskunluk ölümlüdür ama sessizlik değil.”

“ ”

“Bu kadar yoğun sigara içişinizden, sizi sıktığım yorumunu çıkarmalı mıyım?.. Peki dokunulmazlığa ne diyorsunuz? Bir türlü kaldırılamayan dokunulmazlıktan bahsediyorum. Sizin dimağınızda dokunulmadık yer var mı? Merak ediyor musunuz dokunulmayan kıvrımlardan hangi düşüncelerin çıkacağını? Gitmek mi? Onu zaten düşünmüştünüz ya. Tamam, bu bahsi geçiyorum, ama ondan önce, ya vücudunuz? Ne diyorsunuz dokunmak hakkında? Aşk tenlere bağlı mıdır?.. ‘Aşk bekler. Aşk, iki ten arasında yamyassı, soluksuz ama diri kalır. Kentlerin sınırlarının sıkışmış aşk biçimlerinden oluştuğu, tüm hudutsuzluk düşlerinin aşkın kurduğu barikatlarla yıkıldığı doğrulanır; aşkın biçimi olmadığını bilenleri, bildiğini sananları o uzayan, kaskatı gövdesini göstere göstere gezindiği kaldırımlarda, sonu gelmeyen labirentlere dönüştürdüğü kilitli kentlerde yanıltır; işte orada biter kenti kent yapan her şey ve başlar kumullar, ardı arkası kesilmeyen kumul dizileri, çöl olur, kent çöl olur, gerçek bir çöldekinden farklı sahte bedevileriyle azapta bir çöl.’”7

“ ”

“Dilerim sorguda gibi hissetmemişsinizdir kendinizi. Merak ediyordum sadece.”

“ ”
Çarşaflar ve Güzel Remedios, dalya çiçeklerinin, ağustos böceklerinin arasından yükseldiler, saat dördü vurduğunda en yükseklerden uçan kuşların bile erişemeyeceği bir yükseklikte gözden kaybolup gittiler.”8

Bugün mesaiye geç kaldım, hatta bitmek üzere. Siz de üşümüş olmalısınız pencerenizde, ki içeri girdiniz. Ben de apartmanınızın kapısında yazan isimlere baktım. Remedios “La Bella” Buendia. En yakın zamanda dilinizi öğrenip kapınızı çalacağım ve diyalogumuz kurgusal olmayacak. Gerçekten, yüzünüzden bu pastaneye, bu sokağa, bu yokuşa süzülen anlamı çözeceğim.
Şimdi Yokoluş Yokuşu’na gitme‘k’liyim.

1 a) Gazel: Güzel bir kadının bahsi ve methi, ‘gazella’da İspanyolca ‘güzel’ anlamına gelen ‘bella’ya atıfta bulunulmuştur.

   b) Gazel: Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume, bu anlamda tüm metin bir monologtur.

2 Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık.

3 Ümit Yaşar Oğuzcan, İspanyol Meyhanesi.

4 Sus işareti. Sus. Susunuz.

5

6

7

8 Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık.

 

 

 

 

Blues, Kafe, Kış, Yükseltgenmiş Ortam ve Bir Kahramanlık Örneği

 

Öğlen yemekte mandalina vardı. Kim soydu benim için dersin? Kimse. Üstelik yemekhaneden odaya kadar peçeteye sarılı hâlde taşıdım… dım… Entarisi dım dım yar. Gelir diye umdum yar.

Epey olmuş bir yerlere gitmeyeli; bugün nereye gidelim dersiniz? Aslında ben dün gittim ama fırsatım olmadı sizi de götürmeye. Zaten hepinizi götüremiyorum, tam ‘ben de gelcem, ben de gelcem’ deyip atlıyorsunuz benlen (güzel bir kelimesin sen), sonra da yarı yolda iniyorsunuz, düşüyorsunuz, zıplıyorsunuz, kayıyorsunuz… suz… süz, alkolsüz.

Dün, yani pazar günü, bu arada kimlerin dünüydü pazar? Ona göre, aynı düzlemde buluşalım. Dün, dışarı çıkmamıştım, pencereden kafamı uzattım, havayı kendime tek muhatap aldım. Havanın adı soğuk idi ayaz idi, soğuk idi ayaz idi. Dedim, ‘şöyle bir çıkayım, üşüyeyim,’ ama evdeki hesap tabii ki uymadı çarşıya ve iyi bir dondum, iliğime işledi bu iyilik. “Ne kadar iyisiniz!” dedim havayta. Şu typo’dan (bilgisayar kaynaklı yazım hatasından) ‘hayta’ kelimesine geçeyim dedim ama hadi neyse geri dönelim.

“Ne kadar iyisiniz!” deidm havaya. Yahu bak bu sefer de böyle ‘deidm’ oldu. Buradan da almanca birkaç kelimeye hafif kaygan geçişler yapardım ben, ama neyse, ‘du’ bakalım… Hava soğuktu. Üşüdüm üşüdüm, daldan elma düşürdüm. Elmamı yediler, bana cüce dediler. Bu maniyi öğrenmek için çok uğraştım ben, ama kimseler söylemedi. Zaten kimse ne mani okudu, ne bilmece sordu, ne masal anlattı bana. Ben de diyorum ki; benden geçti artık ama bari ben size anlatayım dilim elverdiği ölçüde. Fakat gelgelelim, hayat acımasız, soğuk ve zalim, bazı insanlara. İşte, popçu bir adam var ve böyle bir şarkı yapmış. Böyle de masal anlatılmaz bilirim ama ne de olsa zamane çocuğuyuz, olsun o kadar farkımız. Evet Kâmilciğim, mandalina diyorum, soyamam diyorum, limon diyorum, bilumum narenciye diyorum, dokunmam diyorum, hey sana diyorum, bak ne diyorum. Türk kökenli Rum.

Bazı yazarların kendilerini kaleme bıraktıklarını duymuştum, ben de ‘kendimi klavyeye bırakayım da götürsün beni gitmek istediğim yere’ dedim ama olmadı, üstelik o kadar da kelime oyunu filan yaptı ama bir türlü Blues’a varamadı. Varam dedim varılmıyor diye de seslendi bak şimdi. Hahah. Malûmunuz arada yazmayarak birkaç gün boşluk bırakınca oluyor böyle, e zaten yollarda epey boşluk doldurduk yokluğumuzda, yokluğunuz ise giderek katlanılmaz bir hâl alıyor, belirtmeden geçemedim.

Ufukta bir kelime daha vardı sanki, kahvaltı, alt, üst, kahvealtı, kahve, hah, kafe. Dün hava soğuktu ya, tam böyle İç Anadolu soğuğu, ama güzel soğuk. Ben severim o tarz bir soğuğu, ne de olsa tabiî altım kuru, sığınacak bir evim, işim ve sairem var. Aslında olmadığı zamanlar da oldu ama sırası değil. Sıra sayın güzel soğuğun.

Soğuk, sırayı İstanbul’a vermiş, kaynak yok. Kanyak da yok. ‘Hoh hohh’lamak lazım ellere. Dün, pazar günü, öğleden sonra tam İstiklâl’e çıkılacak, hava soğuk olacak, ve bir kafeye sığınılacak bir gündü. Nitekim yaptı bunu kahramanımız. Anlatalım.

Saat ikibuçukta evinden çıkan arkadaş Kahraman, sahil yönüne mi İstiklâl’e mi gitseydi diye düşünürken, (bu şey’ler zaten hep böyle başka bir şey yapar iken olur, İngilizcedeki ‘while’ kalıbının vurdu mu oturttuğu cümlelerdir bunlar Türkçemizde, ‘when’ de aynı anlama gelebilir arasıra, keyfine bağlı. Ha ben İngiliz asıllıyım da o yüzden bahsedeyim dedim, ama işte Türkçeye asılıyorum, hatta âşığım, gördüğünüz gibi işime geldi mi şapkasız da çıkmam) Kahraman, İstiklâl Caddesi’ne çıkmaya karar verdi. Çok üşürse gireceği bir delik muhakkak bulunurdu orda. Hem yürürken rengârenk berelere sarmalanmış güzel yüzler de yanından gelip geçebilirlerdi, geçebilirdiler, diler içinden bir şeyler gözünün önüne kirpik düştüğünde ama bunun için bir insan olmalı kişinin gerektiğinde ki sorsun ona ne dilersin ne dilesin kişi ki baksın soranın yüzüne ‘seni dilerim’ içinden desin sonra da söylemesin ki soran merak etsin hem de desin ‘şimdi sen söylemezsin’… korkar çünkü dileyen, gerçek olmamasından… Kahraman indi otobüsten, yürüdü biraz. İsterse kraliçesi gelsindi, beklemezdi o ‘Burger King’in önünde. Tramvay durağında bekledi biraz birini bekliyormuş gibi.

Bekledin mi sen hiç? Çok yaptım ben, çok bekledim birini bekliyormuş gibi, ama şimdi konu ben değilim, konu Kahraman, hemen ona geçelim. Bu Kahraman, yıllarca ‘vatman’ kelimesini bildiğini göstereceği bir ortam bekledi, ne var ki şartlar bir türlü olgunlaşmadı ve bu yaşına gelmesine rağmen kullanamadı hâlâ o kelimeyi. Vatka’ya kadar yaklaştı, lâkin öteye geçemedi. Bir gün bir yerde görürseniz sırf jest olsun diye uygun bir ortam hazırlarsanız, mesela ona sorarsanız ‘bu tramvayların şoförlerine ne denir?’ diye, gerçi böyle sorarsanız cevap vermeyebilir, o ânı çok beklemiş olsa da. Herkesin her sorduğuna cevap vermeyebilir, böyle de bir gariptir. Siz işinizi bilirsiniz, bilirsinzi. Sorarsanız, o da söylerse, çok sevinir, çocuk gibi olur, içinden tabiî. Çünkü ‘santralegoist’tir. Bu kelimeyi yeni uydurdum, zaten kökü bana ait değil, ‘center’ yani ‘merkez’den geliyor. Neden şehirlerimizde İngilizce yer yön bilgileri olduğuna bir türlü anlam ‘verememeişim’dir. Elin gâvuru ‘centrum’ kelimesine bakıp da senin şehir merkezine ulaşacak, üstelik sen bunu taşra ilçelerinde dahi yapıyorsun. Ve üstelik o ‘centrum’ kelimesi Langenscheidt sarı sözlükte yoktur. Kahraman’da o sözlükten başkasını (üstelik Milliyet henüz eğitim devrimini yapmamış ve o kırmızı Redhouse evlere adım atamamıştır, devrimine affedersiniz kupon biriktirdiklerim) alacak para yoktur, ve kıvrım kıvrım kıvranır o merakına mucip olduğu kelimenin karşılığını bulmak için. Sonra da büyüyünce artistlik yapıp böyle ‘mucip’li filan kelimeler kullanır ki başkaları bir ihtimal sözlük açmak zorunda kalsın da onun çektiklerini anlasın. Kıvraman işte, n’olcak.

Kahraman, böyle çalaşekil, çelişkili bir şekilde bana öyküsünü anlattırırken -ki ben onu her anlatışımda unuturum ne anlatacağımı- kendisi de karıştırdı ne anlatacağını, tövbe tövbe, ne işim var benim böyle adamlarla. ‘Üstleik’ adını da kendi koydu ha, ukalâ. Bak bak, şimdi de beni uyarıyor yanlış yazmışım üstelik kelimesini, ve hemen de yorumunu koydu beyimiz, neymiş, bugün çok ‘üstelik’ kullanmışım. Ulan bağlaç gibi bağım bağım bağlanasın, üstelik üst üste ‘vosvos’lar gibi göklere yükselesin de, arkanda sen ölürken bir çingene müziği çala. (Rakım Çalapala, bir çocuk kitapları yazarıdır ve bu da Kahraman’ın bir ortam olsa da şununla ilgili bir şeyler anlatsam dediği bir adamdır, ama ben tavsiye ederim ki sormayın, ben sordum, adamın çenesi bir düştü bir düştü bir düştü bir düştü bir düştü bir düştü ki) (hayır, unuttum.)

Birini aramaya karar verdi Kahraman. Baktı telefonuna, size kim olduğunu söylemeyeceğim birini aradı. Tahmin edersiniz, hatta ben söylemeden aklınıza bile gelmiştir zaten ne tip bir varlık mucizesi olduğu aranılan kişinin. Yoksa girdiği kafede mi tanışsaydı, ahahah, nasıl sallayacağını da karıştırdı. Bazen beni böyle güldürmüyor mu bu çocuk, bazen bana ‘çocuk’u ‘çojuk’ diye yazan kızları bile makul göstermiyor mu?

Yalan bir yana, dün gitti bizimki, hava çok güzel bir soğuktu İstiklâl’de. Galatasaray’a kadar indi, üşümeyi özlediğini düşündü ve bu yüzden Tünel’e kadar devam etti. Tam tünele gelmişti ki, Haliç’ten gelen hava kütlesini suratına yiyince gerisin geri adım atmaya başladı. Kumbaracı Yokuşu’na bir asker selamı durdu, hatta utanmasa, boyuna bosuna bakmasa İstiklâl Marşı okuyacaktı da zor vazgeçirdim. Ne mısralar geldi geçti aklından, Yüksekkaldırım’da güpegündüz, o şiiri öyle bestelemek gerçekten herkesin harcı değildi. Bravo’ydu. Değil’i, ‘deil’ yazanlar bizden ‘diil’di. Ve yürürken bir kafeye oturmaya karar verdi. Bugün -yani bize göre dün- Blues günü olmalıydı ama şöyle hafiften bir şeyler. Taksim’de bir kafeye girmelilerdi ikisi. Biraz karanlık bir yer, yoook, öpüşmek için filan değil, mekân olarak öyle, hafiften izbe, nemli ama sıcak, duvarlarda posterler olmalıydı; James Dean, Jimi Hendrix, İndim Derelerine, Janis Joplin, Bir Garip Yolcuyum Hayat Yolunda, Bir Kızıldereli Kızı, loş ışıklar altında tamamen ahşap masalar, sandalyeler, taban, sarı loş ışıklar, hani Adiloş Bebenin Ninnisi’ni okurken bir his vardır, sen Blues dinlersin ama o hissi bilirsin, işte Kahraman sensin. (belki Woodstock da aynı kapıya mı çıkarkine belki)

Bardaklarda çay, bayatlık toleransı düşük. Fonda, Tam Kahraman içeri girerken Peter Green, Black Magic Woman’ı söylesin. Vay be desin Kahraman, adam olsun, canımı yesin, ben ona ne şarkılar çaldırırım, kendim özel ‘dj’i bile olurum.

Ama önce, böyle yalnız olmaz. Bir kadın olmalı Kahraman’ın yanında, olmalılığından değil ama kendiliğinden, onlar birbirlerini öylece buluverdiklerinden, lazımlıktan filan hiç değil, aşklığından, başkalığından, oysa aslında aynılığından başka tüm asıl aşklarla. Sırf insanın gözlerinde ayçiçekleri açtırmalığından. Fonda mesela Rolling Stones’dan Honky Tonk Woman çalsaydı, bazen de sözlerine önem verilmeden sırf melodileri için dinlenseydi şarkılar. Veya şey çalsaydı, şey çalsın işte, Miss You yine Rolling Stones’dan, (İngilizce bir şiir yazıyor olsam, ‘very nice tones from Rolling Stones’ gibi bir kadife, pardon kafiye yaratır mıydım acaba?).

Siyaha dönük bir ahşap rengi var ya, renklerden de pek anlamaz ki Kahraman, o yüzden benim anlatma işimi de zorlaştırıyor, en iyisi, şeyi de dinleyelim biz Johnny Cash’den A Thing Called Love. Arkadan tüm kafe, ‘ğuhuuu’ diye seslensin, anlatamadım ama anlamanızı bekledim, ona göre. Karma bir tarzımız olsun, aa bir bakmışsın bir klasik geliyor Red River Valley. Ama olmaz ki sayın yazar, ne o, John Cale deil mi bu (hadi bu seferlik ‘deil’i kabul ediyorum, keyfimiz yerinde) I Keep A Close Watch, üstelik dj üç kez başa aldı şarkıyı birinci dakikasına kadar, en güzel yeri. Ama şimdi âşık oluruz biz sayın beyaz, minik büyük harf, Joan Baez: renkli bi kağıda yaz.

Kafe öncesine geri dönelim. Tam girmeyi tasarladığı kafenin olduğu sokağa dönerken yine aklında saçma sapan düşüncelerle önüne bakmadan yürürken birine çarptı. Minimal bazı öykülerdeki gibi güzel (Şimdi maalesef insan gözünün bir bakışta birkaç satırı okuyabilmesi yüzünden istediğim şeyi anlatamayacağım şurada, istediğim sürprizi yapamayacağım okuyucuya, oldu mu şimdi sayın göz.) bir tesadüf olacaktı ama devreye ben girdim, bunun benim öyküm olduğunu birden hatırlayarak özellikle son zamanlarda takınmış olduğum rahatsız edici puşt anlatıcı tavrımla devam ettim. “Önüne baksana lan,” dedi çarptığı adam. “Neyse,” dedi, “uymayayım şeytana.” Sonra kafeye girdi. Tek başına göze çarpmadan oturabileceği bir küçük masa kestirdi gözüne. Küçük çayını söyledi, hemen sigarasına davrandı. “Davranma ulan, yakarım,” dedi Kadir İnanır. Gülümsedi Kahraman, aklına böyle bir şey geldiği için değil. Anlattığı bu kadar saçma şeyin belki de o birazdan kafeye girecek kişi tarafından şu an okunduğunu düşündüğü için.

 

 

 

 

“Find My Baby”

Bu şarkıyı ilk kez dinlerken, umutlar tüm yurtta ve dış temsilciliklerde sürüyordu. Evet, i will find my baby. Ama öncesi var. Ev arkadaşım var bir kere, Emrah, Beşiktaş’ta son katta birlikte kaldığımız. Bir yerden duymuş bu şarkıyı, ama adını öğrenememiş, sadece söyleyenin adını biliyor. Moby. Bana geliyor büyük bir heyecanla, hani ben müzik konusunda biraz şeyim ya, araştırmacı gazeteci, kâşif, bilirim çoğu şeyi. Bana soruyor;

“Oğlum böyle bir şarkı duydum, sen biliyor musun bunu?”

“Mırıldan bakayım?”

“Rının nın nın nırırrın.”

“Sktir lan, nerden bileyim.”

“Abi Moby diye bi grup varmış, onlar söylüyormuş?”

“Moby, grup ha? Kesin concon bi şeydir bu, sen sevdiğine göre…”

Sonra ben umudunu kırınca gidip Beşiktaş’taki tüm korsanları dolaşıyor, ve tüm Moby cd’lerini toplayıp geliyor. Aldık işte başımıza belayı, o şarkıyı bulana kadar bir o cd’yi bir diğerini takar şimdi bilgisayara…

Nitekim öyle yapıyor. Müthiş bir absürdlüğün tam da orta yerindeyiz. Poşetler içerisinde cd’ler, beş tane.

“Oğlum mp3’ünü bulamadın mı?”

“Yoktu valla.”

Yağmur yağıyor. Bir cumartesi günü, saat öğlen suları. Kış, yağmur var. Pencerelerden tık tık sesler, ah bir de pıt pıt öpücük balığımız olsa, müthiş olacak. Oda müthiş bir dumanın altında, şey gibi hani, yağmur yağıyor ya, bizim evin tavanı gökyüzünün en son tabakası, bulutlar da içtiğimiz sigara dumanları. Biz de merada otlayan koyunlar.

Takıyor cd’nin birini.

“Oğlum ben bu şarkıyı bi reklâmda duydum sanki.”

“Olabilir.”

Hiç istifimi bozmuyorum. Muhafazakâr zamanlarım. Metalciyim arkadaş, ‘acid’ci değil. Bunlara prim vermem ben, hem ne o elektronik tınılar. (Tını dedim bu arada, tını tını, entarisi dım dım yar, gelir diye umdum yar, tını lafı uydu mu o ortama). Çay da pişiyor mutfakta. Gidip koyuyorum, pek güzel oluyor yağmur damlalarının cama vuran tınılarıyla. Şu elektrik sobası da biraz daha ısıtıverse pek güzel olacak. Hani romantizmin keyfine varacağız dışarıda soğuk ve yağmur, ama biz evde don gömlek… yalannn… olmadı hiç öyle bir şey. Boş ver, biz böyle de varırız romantizmin tadına, tınısına. Bu arada şarkılar geçiliyor habire, hızlı hızlı.

“Lan cd-rom’u bozacaksın!”

“Bulcam bak şarkıyı görürsün, ya yoksa Moby değil miydi o?”

“Bence değil, Moby Dick’tir o, ‘dick’ kafalı Emrah, dick kafalı Emrah, hahaha.”

“Hadi ordan pis ‘rocker’”

“Rakıcıyız oğlum biz, senin gibi concon değiliz, geçen gün de Simply Red mi ne, toplayıp geldiydin cd’leri, neydi lan öyle o, kafayı kuş yuvasına çevirdi namussuz.”

“Sen ne anlarsın be!”

“Oğlum şu popçunun posterini evin en kral ve en yağmur değmez yerine asan sen değil misin?”

“Ben onu geyiğine astım bi kere.”

“Asıcam ben de seni geyiğine, şu zengin evlerinde duvardan melül melül bakan geyik gibi bakacaksın ondan sonra.”

Yağmur yağıyor işte. Perdeleri açıyoruz sonuna kadar. Tavan kıpkırmızı, kiremitlerin rengi vurmuş. Yer yer sarı ila mavimtırak. Bizim tavanda mütemadiyen kapalı bir hava hâkim. Evde geniş tencere ve leğen kalmamış, hepsi kullanımdışı, seferberlik başlamış, yağmur damlalarının düştüğü yeri takip ediyoruz ve altına bir leğen. Tıp, tıp, tıp. Tınısına soksam, ayıp olur mu dostlar? Büyük bir konsantrasyonla izliyorum damlayı, hah buldum, şu kornişin altından damlıyor.

“Hişşşt, bırak şu Moby’yi dick’i de, karşı komşu teyzeden bi tane leğen iste, tabak kalmadı evde mına koyiiim.”

“Kesin buldum bu sefer, hahahhaha, işte bu şarkı. Yavrum benim!”

Yağmur yağıyor İstanbul’a. Bir cumartesi günü öğle vakti. Üşüyoruz biraz. İçimiz serin. Çisil, tını, Moby, güzel kelimeler bunlar. Find my baby.

“Sesi aç Emrah, güzelmiş bu, bir daha çal bakiim şunu, sigara nerde lan?”

Efkâr basıyor bulutların altında. Şarkı çalıyor sonsuz. Üfleniyorum sanki yukarı doğru. Evet biri beni köpükten baloncuk yapıp göğe üflüyor… Bebeğimi bul. Find my baby. Elini son defa yanağıma koy.

“Emrah, hani geçen gün durakta gördüğüm kız vardı ya, çok güzeldi lan.”

“A faund ma beybeee, a faund may beybeee, a faund ma beybeee, huuu…”

“Sktir git.”

‘Free Friday’ 

“Cuma’nın gelişi perşembe’den bellidir,” olmakla birlikte bu yazı bir cuma yazısı hüviyeti taşımakta olup…

Yeter uzatma artık, bırak okusunlar, nereye kadar kullanacaksın fiilimsi’leri, hoyrat bir şey.

Frengistan’da ‘free friday’ olarak tabir edilen uygulama, artık, sadece plazaların yüksek katlarında değil mühendislik gerektiren bazı kamu iktisadî teşekküllerinde de var. İnsanlar, diğer hafta içi günlerde giydikleri resmi üniformalarını cuma gününe özel olarak giymek zorunda kalmıyorlar, onun yerine daha rahat, gündelik giysilerle işe gidebiliyorlar.

Yalancı meme.

Ne menem bir rahatlıktır cuma günü en ‘jeans’ (kot pantolon, ‘cins’ diye okusak ve anlamını buna yorsak yeridir) kotları giymek. Bunun malzeme bilimiyle ilişkisini kurabilir miyiz, deneyelim: Çoğu malzeme eğer ısıyla işlem görecekse önce hazırlanır, şekil verilir, ardından da yüksek sıcaklığa ısıtılır. Hazırlama işleminde malzeme bünyesine yoğun miktarda gaz girebilir; ısıtma işlemi sırasında malzemenin içindeki gözeneklerde buluşmuş olan gaz dışarı atılmalıdır. Aksi takdirde bu gazlar birleşerek isyan çıkarabilir ve malzemeyi göbeğinden çatlatabilir. Çalışan kişiler de hafta içi ısınıyorlar yüksek sıcaklıklara kadar, sonra haftanın son günü de gazlarını almak gerekiyor.

Cuma gününün başka bir anlamı da var tabii, akşam dışarı çıkılır mesela. Şirket, çalışanını düşünür bu konuda. Benim memurum akşam eve gidip de üstünü değişmekle falan zaman harcamasın, önce Schlotzsky’s Deli’de yemeğini yesin, ardından da aksın âlemlere, o da içindeki gazı atsın dışarı. Hani gömlek altına siyah tişört giyme modası vardır ya, işte o buradan doğmuştur. Adam akşam eğlenmeye gidecektir (eğlenmeye gitmek, kızkaçıran efekti var burada, ‘fiyuvv’, ‘hepimiz sarışına gitsek ne olur ki?’) fakat gömlek giymek durumundadır mesaide. Akşam işten çıkar, bir bira iki bira derken sıcaklamaya başlar. Sonra bir bakmışsınız ki gömlek elde mendil niyetine, halay muhabbetinin bir sembolü olmuş veya Şenses modeli bele bağlanmış, bir sağa bir sola.

Anlatacağım olay, bir Cuma gününe onun ‘free friday’ olduğunu unutarak giren kişinin dramıdır. Sabah uyanır zar zor, bir süre debelenir yatakta, keşke saat çalmasaydı, bozulsaydı ama çaldı, o kadar uyumasına rağmen –altı saat de az değildir hani- neden hâlâ üzerinden ‘AS 900’ geçmiş gibi hissettiğine anlam veremeyip, bu gemi ne zamandır burada sorusunu sorar kendine. Sonra, ‘hayda vira’ nidasıyla doğrulur, çoraplarını geçirir ayağına, hemen başucu civarında bulunan hırkaya uzanır.

O da ne! Hırka uzamış, bir garip olmuş, sanki Küçük Prens’in pelerini, hemen sırtına geçirir. Perdeyi açar. Evet, yan gezegendeki kraterden Ruhi Bey el sallamaktadır ona, diğer taraftakinde ise onun tavla arkadaşı Muhsin Bey güne çoktan başlamış çiçeklerini sulamaktadır. Yüzünü yıkar, şiddetle çarpar suyu yüzüne, etrafa dağılan su damlaları birer hüzmedir, hatta birer saksıdır onlar. Aslında viskozitesi yüksek olan her damla yuvarlağa yakın şekliyle yeni bir gezegendir, üzerinde nice küçük prensler ve çiçekler yetişecektir onların. Hayalini kuruladıktan sonra keskin bir bakış atar asılı olan posterlere. Ve kurduğu hülyayı malihülya haline getirmeden radyonun düğmesine basar. Çok tedirgin ifa edilen bir eylemdir bu, ya kötü bir şarkı çıkar da bu güzel başlayan günü mahvederse, o yüzden büyük bir istekle çağırmalıdır güzel bir şarkıyı. Hani Perhan’ın gözleri ve enerjisiyle çatalı adamın boynuna saplaması gibi, o da öyle kuvvetli bir istekle çağırmalıdır ki ve enerjisini tamamen o yöne sarf etmelidir ki bütün radyo vericileri o enerjiye göre yönlendirmelidir kendilerini.

Ve evet, bir Rumeli türküsü: Sabah oldu uyansana / Gül yastığa dayansana. ‘Lay lay lom,’ harika, işte budur. Yaptı gene yapacağını, şu ritme bak, uşşak mıydı segâh mı? Evet, bugün güzel bir gün olacak. Çay suyunu koyar, bu ayrı bir ritüeldir tabii, anlatmaya kalksa roman olur. Sonra takım elbisesini, cicilerini bicilerini giyip evden çıkmaya hazırlanırken kulağı yine radyodan yükselen nağmededir: Deli gönlü bir dilbere bağladım. Evet, hayır, hayır, bahsi arttırıyorum: bugün çok güzel olacak.

Çöpler gece toplanmış, sokaklar sabah temizlenmiş, havada serin bir lodos kokusu var. Sanki taa Çıldır Gölü’nden gelen bir ördek yeşilinin kokusu. Servis gelir ve biner. ‘Günaydın’lık bir gündür, aslında nadiren içten gelen bir kelimedir. Genelde haydan gelir huya gider, fakat bugün içten gelmiştir: “Herkese günaydın.”

O da ne! Evet, günaydın ayd dın dın dın. Herkes neden böyle kotlu, bluzlu, Hello Tommy, hi Diesel, wow Mr. Lacoste, how are you now are you, nolmuş ki bu servis gezegenine. Bugün, cuma mı? Ama hayır… Cuma, nasıl bu kadar habersiz gelebilirsin? Cuma, sen benim yaverim, dostum değil misin? Cuma, bir haber salmayı çok mu görürsün?

Ben hangisini atladım peki, ‘pazartesi’yi mi? Hayır, çok iyi hatırlıyorum onu, çay dökülmüştü üzerime. ‘Salı’yı da hatırlıyorum ‘şerefsiz bey’den fırça yemiştim, nasıl unuturum. ‘Çarşamba?’ Bir saniye… ‘Perşembe?’ dün olmalı, bugünü hatırladığıma göre dünü de hatırlıyor olmalıyım. Şoför Bey lütfen kapat radyoyu, zihnimi toparlayamıyorum, ya da adam gibi bir şey çal, sabahın körü sabahın körü çekilmiyor popyıldızı. Durun bir dakika, ‘çarşamba’ya bir şey olmuş. Nerde ‘çarşamba?’ İmdat’ı arayıp, “Biz çarşamba n’aptık?” diye sorsam mı? Ben öldüm dirildim mi ‘çarşamba’, uyuyup uyandım mı? Uyanınca çocuk mu oldum? Çünkü dünü hatırlıyorum, ama ‘çarşamba’ yok. Yüzde yirmi pazar payına sahip olan olan ‘çarşamba.’ Güneşsiz günlerin yüzde yirmisini alıp kaçtı mı?

Ne yaptınız ulan ‘çarşamba’ma?

“Üçüncü gün, yorgun

Ev aklımda. Gitmeyi unuttum.”

Turgut Uyar, Yenilgi Günlüğü

‘İsim’ Boşluk ‘Yumruk’ Yaz, 3110’a Gönder

            “Kahvaltısız çıkmam abi,” demiştim geçenlerde. Kahvaltı yaparken tek müzik servetim olan bilgisayarım vasıtasıyla müzik dinliyorum. Az içip de bir müzik seti alamadım kendime. Dinlemeden duramıyorum. Göz önünde olan tüm şarkıları yükledim ilgili programa. Bir elim ince belli bardakta, bir elim farede (mouse), bir elim çatalda, bir elim birazdan içeceğim sigarada. Bir elin nesi var, diye söylüyorum bunları. ‘Vardiye’ dedim de geçen haftadan beri epey gececiyim.

            Şarkılarlı kahvaltı. Televizyon açık ama sesi kısık, bir gözümle ajansın geçtiği altyazıları okuyorum. Yavaş yavaş kendime geliyorum. Kibrit kutusu hacmindeki beyaz peynirle biraz hasbihâl ettikten sonra tam yumurtanın kabuğunu soymak için bir hamle yapmıştım ve tavuk-civciv-varoluş münasebetini kafaya takmadan, aklıma ceninle ilgili bir şey getirmeden ilk kabuk parçasını itinayla ayırmıştım ki hücre zarıyla göz göze geldik. Ama önce bu kabuktaki kalsiyum oranını da şöyle bir düşünmeden edemedim.

            Şu yumurtanın akı var ya, o müthiş bir bağlayıcıdır, mühendislik âlemlerinin akademik istasyonlarında yıllardır dolanan bir efsane vardır, tam formülünü etik açıdan veremiyorum ama yumurta akıyla aynı özelliklere sahip bir malzeme üretilebilirse evlerimizi depremde daha az hasar görecektir. “Hey!” dedim, “yumurtaya can veren Allah’ım.” Ayrıca hep yeşil renkli gıdayla beslenen ineklerin neden bembeyaz süt verdiğini düşünmeyi haftaya bugüne erteliyorum.

            Ertesinde konuyu dağıttığımız cümleyi hatırlıyor musunuz? Kabuğu soymuştuk, gördüğümüz güzellik karşısında dilimiz damağımız kurumuştu. Tam yutkunmak için kafamı kaldırıp sesi kısık televizyondaki görüntüyle karşılaştığımda sanıyorum üç saniye –bir de siz hesaplasanıza, ben işlem hatası yapmış olabilirim- duraksadım. Türkiye’nin ilk özel kanalındayız, bir reklam; ‘İsim’ Boşluk ‘Yumruk’ Yaz, 3110’a Gönder. Yanında da bi’ (şu kesme işaretini koyana kadar r harfini koysaydım daha az emek ve vakit mi harcardım, bunu da ölçeceğim) görüntü; taraftar grubuna benzeyen üç dört kişi yumruklarını kaldırmışlar. Tabii sesini duymadığım için çağrışıma açık bir konu oluyor bu. Görüntüdeki arkadaşlar doğuştan fanatik, hani pipileri renkli renkli olanlardan, ve yumruklarını kaldırmışlar, muhtemelen birini çağırıyorlar.

Faraza;

“Olay aynen şu şekilde gelişti sayın seyirciler: Sarı-Sarı’lı takımın coşkun taraftar kitlesi önümüzdeki sezon futbolu bırakacağı söylenen Muammer’i tribüne çağırdı. ‘Haydi, haydi, haydi Muammer, Muammer, Muammer, haydi Muammer.’ Muammer de seyircinin bu isteğini kırmayarak tribüne koştu ve ‘oley’letti. Oley, oley, oley.” İspanya’da arenalarda yankılanan üç harfli bir nida, kıçına y koy. Şimdi sorarım size, biz bu ‘y’yi, ‘ole’ nidasını Türkçeye kaynaştırmak için mi koymuşuzdur acep?

Sallıyorum ki;

Siz isminizi yazıp, kısa mesaj yoluyla bu numaraya gönderiyorsunuz ve size bir telefon geliyor, -diyelim ki adınız Bjorn-, ve telefonda bir grup taraftar kitlesi –evet, bence de anlatım bozukluğu- bas bas bağırıyor: “Oley, oley oley oley, şampiyon Bjorn.”

Bu arada çay soğumuş, oysa şeker de atmıştık, şekersiz olsa dökebilirdim ama işin içine şeker girince artık dökmek için çok geç, israf oranı artıyor. Kocakarı öpmüş gibi olacağım ama olsun, soğuk çay da bir çaydır. Kahvaltımı son bir yudumla bitiriyorum. Sigaraya başladığım ilk zamanlarda –yüz yıl kadar oldu sanırım- yaptığım bir deneyi tekrarlıyorum, yudumu almadan önce dumanı içime çekiyorum, yudumdan sonra duman çıkıyor. Bak sen şu dünyanın işine. Hayat ne garip, vapurlar filan.

Sokağa çıkma, işe gitme vakti. Apartman kapısının camından şöyle bir yokluyorum endamımı. Dolmuşa elimi kaldırdığımda, elimin gayriihtiyari almış olduğu şekli son anda fark edip, oley nidası gerivokalli yumruk hâlinden normal el hâline çeviriyorum. Dolmuşta aynanın hemen yanında ne yazıyor dersiniz; Aganta Burina Burinata1. Ve çalan şarkı Perfect Day2. Evet bu gün Velvet Underground3 bir gün olacak. “İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki?”4

Hatalıysam aramızda kalsın.

1         Denize açılırken söylenen söz.

2         Lou Reed şarkısı.

3         Bir müzik grubu, Türkçede “kadife yeraltı” anlamına gelir.

4         Birhan Keskin, “Yeryüzü Halleri”nden.

 

 

 

 

 

 

Su Dokun

Anlama kapalı alan

Şimdi içinde üç adet begonvil. Ağzı kırık, atılmaya kıyı’lamamış, Beykoz Paşabahçe işi, haminne yadigârı bir cam sürahinin içine attığı, yarım kalık son cümlesi: Sudökü.

Bazı literatüre ve modaya göre bir zekâ bulmacası: Sudoku.

Bilmeceler, bulmacalar, kaydıraktan kaydırmacalar, yontma-tunç-cilalı çocuk devrinden kalma oyuncaklardır ve taylar, çağlar atladıkça zekâ denilen böcek girer içlerine, o doldurur boşlukları, küçüük adımlarla, minnacık. Bir de, kendine ne masal anlatılarak ne bilmece sorularak büyümüş çocuklar vardır ki, bunlardan, ustaca yontulmuş yalancılar peydahlanır. Kendilerini ve yanlarındakini masal anlatmak maksadıyla kandırıp, “Bir varmış”la başlarlar sözlerine.

‘Kandırılan’ adlı -ileride ‘Kırılan’ adlı dostuyla edilgen bir çatı altında buluşacaktır- masal dinleyicisinin içkisine hap atar Masalcı, ve uyuşur körpe beyin. Yüzyıllık bir uykuya dalar. Masalcı Yalancı Sancı -ki yüzyıllık yalnızlık’a mahkûm edilerek lanetlenmiştir kör bir tanrı tarafından- bu sırada gider ve soyadını Kandırılan’a bırakır. Güzellikten korkar, boşlukları boş bırakır. “Bir yokmuş”la da asla doldurulamaz onlar.

Leyla bir özge candır ve öyle kalacaktır.

Masal masal içindeyken sular akar. Suların altından sular akar, onların da altından üstünden yanından kıyısından. Masalcı Yalancı altından girer, üstünden çıkar, kendisi al’su (kan?) olup oluk oluk akar, yılan olup yakar. Kalp denilen şey ise su boylarında yetişen, çeşitli türleri olan bir bitki çeşididir. Hatta bir tanesi Porsuk kenarında seksek oynarken yakalanmış ve haddi bildirilmiştir yine bir Masalcı Kırıcı Yalancı Öğütücü tarafından. Su aktıkça kalp atar. dı. yken. Su aktıkça, kalp aşınır. Aktıkça kalp, pul pul atar. Kalp aktıkça, toz olur. Su dökü’lür, kalp sökülür. Kalp kalbe karşı’dır. Across, mukabil, opposite, muadil… Kalp kalbe birçok kelimeyken; “Kalp, kendi başına yosun da tutar,” demiş Masalcı Hancıda Birikmiş Sancı Kandırıkçı.

 

 

 

 

Anlam sızan alan

‘Love Will Tear Us Apart’, bir zamanlar için dünyanın en güzel şarkısıdır ve son aşk mektubudur. Bazı lanetli ruhlar aşkın omuzlarını öperler ve fakat aşkın omuzlarına tek layık elbiseyi üstlerine oturtamazlar bir türlü, kesseler de biçseler de türlü türlü. Aşk bir denizken onlar birer testidirler ve deniz, testiye dökülmez; sularla dokunan, dokunulan, akan lanetli ruh denize dökülür.

?

Saçlarımızı denize doğru tarayıp, dalgadan yana ayırmıştık. Rüzgâr geldi dağıttı. Bu gece, gökyüzünde yalnız gezen iki yıldızız, birimiz lanetli*.

 

‘Naci En Alamo’

Bu şarkıyı ilk duyduğumda, duyduğuma inanamamıştım. Garip bir duyum’u vardı duyu’mun. Bir telefon gelmişti beş sene öncesinde bu zamanlarında mevsimin, mayıs sıkıntısına düşmemiştik daha, yağmurun cücüğü vardı havada. Türkçede garip kelimeler vardı, gelgelelim, söv sövelim, garip kelimesinin yerine bir türlü başka birini koyamıyordum. Bir akımdı evet o, dalga dalga dalga.

Elleri ceplerinde, sigaraları ağızlarında, gözleri içlerinde, mideleri asitlerde, yüzleri sarı odalarda, ayakları denizedüşen yollarda anlamsızca dolaşan bir başlık altında oturuyordum Sinanpaşa Camii Şerifi’nin nezaretinde. Vakitlice denize düşmeyi kolluyordum. Ben bir sarı lamba ve deniz de duy’um.

İçi tanımlanamayan ve fakat içinde bulunduğum ve önüme geleni duyduğum mekân, bir piyanoyu ellerine almış, boğuyor da boğuyordu, sadece kara tuşlara vuruyor, tuşlar kara kara vuruyor, tuşlar karaya vuruyor da vuruyordu. Yeni şarkılara yol alıyordum, yol yol yol. Yazdığım şeylerin kipleri arasında herhangi düz bir temas yüzeyi yok iken kirpiklerimle yerini keşfettiğim camii şerifin şerefesinde şerefsiz bir adam gitarının tellerini siliyordu parmaklarıyla, duyuyordum, tüm sesler kulağımda, kesik kesik solotuyordu.

Belli ki kasıyordum kendimi bunları anlatmak için ve fakat büyükler küçüklere sesli (ünlü) olmak bakımından uyuyordu ve ben duyduğum tüm seslerin ritmine uyuyordum. “Verlaine, ‘her şeyden önce müzik’ diyor,” diyordum. Hazır an mideye zarardı ve biz mayıs’ın son demlerini döküyorduk çiçeklerin dibine. Yatağa girmeden önce soyunuyor ve yastık kılıfı koleksoyonordok. Harflerimiz nedense genişliyor genişliyor büyüyor büyüyor ve aralarında bağlantı kurulamıyor ve ama sürekli ıslak gezen bir kalp tam da anne ve babasının –yani harflerin- -yani kelimelerin- aralarında kurulanmaya uğraşıyordu. Mayıs meyvelerin serpildiği, memelerinin geliştiği, olgunlaşmış mey ve bebek yüzlerin toprağa doğru uçmuş gülüm semasına takı olduğu ve kirazların kulaklara küpe niyetine takılacaktığı bir aydı. Saçmalamak, yani benim üzerimden hiçbir deterjanla atamadığım kirim, öyle de bir prim yapmıyordu. İnsan, kaybettiği saflığını arıyordu. Hava hafiften kararıyordu. Her gönülde bir aslan yatıyordu. Bir zamanların unutulamayan, uğurlarına şarkılar şiirler yazılan insanları mezarlıklarda, hayır hayır hayır, kabristanlarda ölü gibi yatıyordu ve üzerlerinde laleler, gelincikler şefaatinde çiftler el ele geziyordu, güle oynaya, el ele, diz dize, göz göze, biz bize, fiil. Şimdiki zaman değildi o zaman, o halde neden sürekli yoruyordum ben fiillerimi.

Bu burada bitti.

Bu bitince bir başkası aynı şarkıyı tekrar çalmaya başladı.

Hava bu şarkıya gebeydi. Az kalmıştı. Bir telefon çalacaktı ama önce bir mektup yazmam ve üç şey dilemem istendi benden. “Gelip yorgun gözlerini öpeceğim, renklerinden. Zaman evvel içinde ve saman kalbur içinde tıngır mıngır sallanırken, deliklerden geçemeyenler kalburüstünde yer tutan birer düş iken; ‘şimdi’, seninle geçireceğimiz tüm vakitleri temsil eden bir zaman diliminin en mayhoş, en tatlı, en kalp çarptırıcı meyvesi iken; ‘gelmişingeçmişin’, ‘şimdi’nin yanında, anlamını piç ettiği bir takvimin üzerindeki saatleri izlerken; senli dakikaların ‘tamdaşuan’larını çarpım tablosunun her bir satırıyla sütunuyla kendisini çarptığı ve katmerlediği bir duyumda iken; tüm zamanlarımın kahramanı sen; en güzel sesinle bana konuşacaksın, canlı sesin,” demek oldu dileğim.

“Olmadı bu, al şişeyi, sok şiiri içine, at denize,” dedi. Sinirlendim, şişeyi fırlattım ve “Vur sineme, öldür beni,” dedim. Lafın gelişi yani. Şiirin gelişi. Beni buluşu… Üç dilek de tutamadım. Anlam’ın giderek azaldığı bir düzlemde ve düzlemin ayaklarımın altından giderek denize doğru ilerlediği bir halde, denizden göğe doğru bir balık zıpladı. Bir sözcük kaydı. Dilek tutardım bir sözcük kaydığında ben, ve hiç zaman kaybetmeden, kafiyeye hükmetmeden, dedim ki: “Çok katlı olsun cümlelerimiz.” Ekledi: “Müstakil olsun evleriniz.” Güldüm. Gülümsedim… gülümsemim. gülümsemam. eleğimsağmam.

Hayır hayır hayır hayır. Başa dönmemek gerekiyor idi. Sustum. Ve telefonun yaklaştığına dair deniz frekansından cızırtılar gelmeye başladı. ‘c’ler ‘z’ olsa, nasıl olurdu o sesin içinde, bilmiyorum. Dalgalar elmaya başladı. “Elmak fiilini duymadım,” demeyeydin sen sakın. Siğil. Bitti. (Bitmek, oluşmak bir bakıma).

Ve telefon çaldı düzlem tam denize yürürken ben. Düzlem müzlem hak getire ve haydi Allah rast getire’ydi. Ama daha dur. Açtım, yeşil tuşa bastım, açtım, kul ağıma götürdüm (duymasını bilenler için kulak, yerli yersiz tüm seslerin, özellikle geçmişten gelenlerin toplandığı, parazitlerin süzüldüğü bir ağdır).

“Bak,” dedi. “Şarkıyı dinle, yeni buldum.”

“Ama sesin tam gelmiyor ki.” (konuşmamız ve dünyamız normale dönmüştü sadece konuşma halinde, düşünceler biteviye)

“Dur, gelecek şimdi, benim adaşım söylüyormuş bu şarkıyı.” (en çaya şeker haliyle)

“Tamam, dinliyorum.” (her zamanki ruhsuz halimle)

Dile kolay, beş sene olmuş.

Dile kolay, kulağa zor, ama beş dakika dinledim, sadece dinledim, denize de dinlettim.

Tüm kör çalgıcılar, minareciler sustular.

Duyuş o duyuş, açıldı kul algılarım. Denize düşmemin vaktiydi artık. Şişe ve tuşlar da karaya vurmuştu. “İyi öyküler,” dileyip uzandım renklerin pikesine.

Eylül 30, 2009


deneme / hoşgeldim